8 Temmuz 2011 Cuma

Efendimizin halası Hazret-i Safiye

Safiye bint-i Abdülmuttalib (Radıyallahü anha) adından anlaşılacağı gibi Abdülmuttalibin kızı, Efendimizin halasıdır. Ama dahası da vardır onun annesi Hâle bint-i Vehb ile Resul-i ekremin annesi Amine Hatun kardeştirler.

Hasılı Peygamberimiz ile, hem ana, hem de baba tarafından akraba olan Safiye validemiz, kutlu doğumda hazret-i Amine’nin yanında bulunan bir kaç şanslı kadından biridir. O gece ortalığı kaplayan nura, Habibullah’ın doğar doğmaz secdeye kapanışına ve berrak bir lisanla “Lailahe illallah, inni resulullah” deyişine şahit olur. Yeğenini yıkamaya niyetlendiğinde, yıkandığını fark eder, göbeğini kesmeye yeltenir, kesildiğini anlar. Nur bebek bakmaya kıyılmayacak kadar güzeldir ve güller misler gibi kokar. Ama en çok “ümmeti ümmeti” diye mırıldanmasına şaşar. Adı güzel Muhammed’e aşık olur, kardeşinin yetimini ana şefkatiyle bağrına basar.

Evin direği
Safiyye Hatun cahiliyye devrinde (nübüvvetten evvel) Ebû Süfyan’ın kardeşi Hâris ile evlenir. Hâris öldükten sonra Hazret-i Hatice’nin kardeşi Avvam bin Hüveylid’in nikahı altına girer, ondan üç oğlu olur, ki aşere-i mübeşşereden Zübeyr bin Avvam da bunlardan biridir.
Avvam bin Huveylid’de vefat edince çocukların yükü üzerine kalır ama o güçlü bir kadındır, meşekkatlara aldırmaz. Tarifsiz merhametine rağmen dirayetli ve disiplinlidir. Özellikle Zübeyr üzerine çok eğilir, onu lider gibi yetiştirmeye bakar. 


Günün birinde Zübeyr’in amcası Nevfel bin Huveylid “yaa sıkma çocuğu, bırak da nefes alsın” deyince oracıkta bir şiir söyler ki adamcağız parmaklarını ısırayazar. Mısralar arapça şimdi tek tek yazsak kafiye tutmayacak. Kısaca özetlersek: “Her kim ki Zubeyr’e buğz ettiğimi sanır, aldanırlar. Analar oğullarının hem akıllı hem edepli olmasını arzularlar. Evet, evde az çok hurma ve hububat var, karnı öyle de böyle de doyar. Ama isterim kılıç kuşansın, önderlik yapsın, iz bıraksınlar!”
Bu satırlarda mükemmel bir ses uyumu vardır ve neredeyse o gün kullanılan edebi sanatların tamamını bünyesinde toplar. Zaten Zubeyr kelimesi şiddetli kuvvetli manasına gelen “zebbere” kökünden üretilir ki daha adını bağışlarken hedefini koyar.
Bu şiir karşısında Nevfel aciz kalır yanındakilere dönüp “Ey Hâşim oğulları yardım edin de bir cevap hazırlayalım” dese de aynı ayarda bir beyit tutturamazlar.

Daima yanında 

Aradan uzuuun yıllar geçer Efendimiz peygamberlikle vazifelendirilip, tebliğe başlar. Allahü teâlâ’dan “Önce yakın akrabanı uyar. Sana uyan müminlere merhamet kanadını indir (yumuşak davran)” emrini alınca akrabalarını (40 kişi kadardırlar) Ebû Talib’in evinde toplar. “Bugüne kadar size hiç yalan söyledim mi” diyerek mevzuya girer ve peygamber olduğunu açıklar. Halalarını, amcalarını, İslam’a davet eder ve ateşten kurtulmaları için çağrı yapar. Ebû Leheb öfkeyle ayaklanınca hava gerilir, kimseden ses seda çıkmaz. Lâkin Hazret-i Safiyye ile oğlu Zübeyr tereddütsüz kelimeyi şehadet getirir, Habibullahın yanında dururlar.
Dahası Safiyye (radıyallahu anha) Ebu Leheb’in karşısına çıkar ve “Yeğenimizi ve O’nun dinini hakîr görmek sana yakışıyor mu?” diye sorar. “Vallahi alimler, Abdülmuttalib soyundan bir Peygamberin çıkacağını söylüyorlar. O peygamber, Muhammed’den başkası olamaz! Bunu hepimiz biliyoruz, inadı bırak!”

Medine yolunda 

Mekke yılları Safiyye annemiz için de zor geçer, nihayet oğlu Zübeyr bin Avvam’la hicret eder, Medine halkından olurlar. Ancak müşrikler münevver beldedeki huzuru çekemez, ordu düzüp saldırır, Müslümanları katle kalkarlar.
Safiye validemiz de karınca kararınca mücadeleye katılır, kalemini kılıç gibi kullanıp küfr saflarını dağıtmaya bakar. Onun ahenkli sözlerini mısra mısra tercüme etmek ne mümkün, ancak bir kaç cümle ile kapı aralamakta yarar var. “Tarafımızdan Kureyş kavminde bir tebliğci gitse de onlara haykırsa: Devlet hükümet ve meşveret hangi sebepten bizden yana ve halk niye bize katılır acaba? Siz de biliyorsunuz ki bizim de tekaddüm hakkımız var, inananlara karşı asla zulüm ateşi yakılamaz. Zira ahdi bozduğumuzu söyleyemez, dönekliğimizi gösterecek tek alamet bulamazlar. Her hayır ve fazilet bizimledir, şeref bize yakışır, onlar ardan hayadan nakıstırlar.”
Dikkat ederseniz ifadede zorlanıyoruz, halbuki o bu hukuki metni iki mısra ile ifade eder çıkar.
Sanatın gücüne bak.

Şairler arasında 

Abdülmuttalib’in ahir ömründe kardeşler babalarının başında toplanır birer birer ağıt yakarlar. Safiyye annemiz farklı bir dal seçer, oracıkta bir mersiye yazar. “Taze cesed üzerine kapanıp gecenin sükutunu delen bir kadının yanık sesiyle, ya da uykusuz günler geçiren aşıkın yanağını yaran inci tanelerinin yakıcı ateşiyle söylüyorum ki onun kadar soylu onun kadar cömert, onun kadar güzel yüzlü, sevimli, gösterişli, hayır ehli, yardımsever, itaata layık, hürmete değer bir insan az gelir. Vasıfları nesilden nesile aktarılacak, asırlarca yad edilecektir. Eğer insanlar şerefleri miktarınca yaşalardı onun çok uzun bir ömür sürmesi gerekir. Lakin ebedi olan sadece Allah-ü tealadır, dünya da dünyadakiler de baki değildir. İnsanların asaleti yaşıyla ölçülmedi, ölçülemeyecektir!” 


Safiyye validemiz bunca sözü ve yazamadıklarımızı bir kaç mısraya sığdırır. Araplar ateş deyip geçmez. Nâru’t - tehâlüf, (yemin merasimlerinde kullanılan köz çukurudur, hasımları caymasın diye aleve gizlice toz serper, ortalığı cayırtıya boğup muhataplarını ürkütmeye çalışırlar) nâru’l - ûhbe (ceng meydanında muhariplerin yaktığı ateş), nâru’l - kırâ (şölen ateşi) nâru’l - esed (vahalarda arslandan ürkenlerin yaktıkları ateş), naru’s - sayd (avcı meşalesi) ve yağmur duası manasında nâru’l istımtâr ibarelerini kullanır, kelimelerle oynarlar. 


Lisan da lisan hani, edibenin gücü zaten ortada... Gel de alkışlama... 



kaynak: 11 Ekim 2006 Çarşamba Türkiye Gazetesi / İrfan Özfatura Ahmet Sırrı Arvas / İz Bırakanlar

Nesibe Hâtûn ve Habib bin Zeyd

Habib bin Zeyd hazretleri, Eshab-ı kiramın büyüklerindendir. Babası Zeyd bin Asım el-Ensari, Resulullaha Akabe’de biat eden ilk yetişkinler arasında idi. Annesi Nesibe binti Ka’b (Ümmü Ümâre) müşriklere karşı silah kullanan ilk hanımdı. İşte, Habib bin Zeyd böyle bir evde, böyle bir annenin terbiyesi ile yetişti. Çok küçük olması sebebiyle katılamadığı Bedir ve Uhud savaşları dışındaki savaşlara iştirak etti. Onun dinindeki, davasındaki metanet ve sebatı dillere destandı... 

Annesi Ümmü Ümâre (radıyallahü anhâ) Uhud, Hudeybiye, Hayber Umret-ül-kaza, Huneyn ve Yemâme gazâlarına katıldı. Biatü’r-rıdvân’da hazır bulunmakla şereflendiler. Oğulları Habîb ve Abdullah da Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün gazâlarına iştirak ettiler...

Uhud Savaşı sırasında İbni Kamia isminde bir müşrik Peygamberimize saldırdı ve mübârek başından yaraladı. Ümmü Ümâre de İbni Kâmia’ya saldırdı ve o müşriki ağır yaraladı. Kendisi de on üç yerinden yaralanmıştı. Bunlardan en ağırı, İbn-i Kâmia’nın boynunda açtığı yaraydı. Resûlullah efendimiz, oğlu Abdullah’a bu yarayı sarmasını emredip “Ev halkınızı Allah mübârek kılsın; senin annenin makamı filan ve filanların makamından hayırlıdır. Allah sizin ev halkınıza rahmet etsin!” buyurdular. Bu mübarek kadının yaraları, bir sene tedavi gördükten sonra iyileşti... 


Nesibe Hâtûn, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) “Yâ Resûlallah Allahü teâlâya duâ edin de Cennette size komşu olayım!” dedi. Peygamber efendimiz “Allahım! Bunları, Cennette bana komşu ve arkadaş et” diye duâ ettiler. Bunun üzerine Ümmü Ümâre: “Bu bana kâfidir. Artık dünyâda ne musîbet gelirse gelsin! dedi...

MÜSEYLEME’YE ESİR DÜŞTÜ!..

Müseylemet-ül Kezzab, yalancı peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkınca, Ümm-i Ümare’nin oğlu Habib, Amman’dan Medine’ye gelirken esir düştü. Müseyleme;
“Benim peygamberliğimi kabul et, seni serbest bırakayım” dedi. Habib onunla alay etmek için; “Ben sağırım, ne söylediğini işitmiyorum” dedi halbuki biraz önce aralarında konuşma geçmişti. Müseyleme onun bu hareketine çok kızarak, tek tek uzuvlarını kestirerek şehit etti...


kaynak: 08 Mart 2008 Cumartesi Türkiye Gazetesi / Vehbi Tülek/ Meşhurların son sözleri /

Hayırsever Sultan Gevher Nesibe

Gevher Nesibe Sultan, Selçuklu Hükümdarlarından II. Kılıçarslan’ın kızıdır. Birinci Gıyaseddin Keyhüsrev’in de kız kardeşidir.
Gevher Nesibe Hatun, bir sultan kızıydı ama, o, asıl sultanlığın, “gönül sultanlığı” olduğunu bilir, seven ve sevilen gönüllerde taht kurmanın gerçek sultanlık olduğuna inanırdı...

KARA SEVDAYA TUTULMUŞTU!..
O da sevmişti bir gün... Sarayın panjurları arasında gördüğü yağız benizli, kara kaşlı, genç bir sipahiye gönlünü kaptırıvermişti. Ancak, saray törelerine göre, evlenecek erkeği, kız değil sultan seçerdi. Üstelik, genç sipahinin de gönülcüğü Sultan kızı Gevher Nesibe’ye kaymış, bu sevda, alev alev sürüp giderken, sipahi, bir sefere yolcu oluvermişti...
Bu gidişin dönüşü olmamış, sipahi sınır boylarında aşkla dolu yüreğini, bedeniyle birlikte kara toprağın kara bağrına gömmüş, “kara sevda”ya tutulan Gevher Nesibe’yi gözyaşları içinde bırakmıştı...
O günden sonra, sımsıkı pancurların gerisine çekilen Sultan kızı, sararıp solmağa başlamış, bu da yetmezmiş gibi, üzüntüsünden ince hastalığa (verem) yakalanmıştı. Kardeşi Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev, ülkenin bütün doktorlarını toplamış, ilaçlar yaptırmış; ama nafile!.. Çaresini bulamamışlar bu hastalığın...
Gevher Nesibe Hatun, artık son anlarını yaşamaktadır. Sultan Gıyaseddin son dileğini sorar çok sevdiği kız kardeşine. Gevher Nesibe Hatun da şöyle vasiyet eder:

“ARTIK AHİRET YOLCUSUYUM!..”
“Ben devasız bir derde düştüm, kurtulmama imkân yok, hiçbir hekim derdime çare bulamadı; ben artık ahiret yolcusuyum, eğer dilersen benim adıma bir şifahane (hastane) yaptır! Bu şifahanede bir yandan dertlilere şifa verilirken, bir yandan da çaresi olmayan dertlere çare aransın. Bu şifahane ünlü hekim ve cerrah yetiştirsin. Burada kimseden bir kuruş para alınmasın. Burası benim adıma bir vakıf olsun...”
Evet, bu güzel ve ihlaslı Türk kızının acıklı hikâyesi, muhteşem bir binanın yapılmasına vesile olurken, Kayseri de; bugün Tıp Tarihi Müzesi olarak kullanılan büyük bir Selçuklu eserine kavuşmuş olur...


kaynak: 12 Mayıs 2008 Pazartesi Türkiye Gazetesi / Vehbi Tülek/ Meşhurların son sözleri /

Abdest suyu şifâ oldu!..

Hanım evliyâlardan Seyyidet Nefîse hazretlerinin evinin hemen bitişiğinde komşu bir kadın vardı. Yahûdî dîninde olup, bir de kötürüm kızı vardı. Kadıncağız bir gün evden çıkarken;
- Kızım sen evde otur, ben biraz sonra gelirim, dedi.
Sakat kız annesine;
- Anneciğim ne olur, sen gelinceye kadar ben komşumuzun evinde bekleyeyim, diye yalvardı.
Annesi;
- Peki orada bekle, dedi.
Ve Seyyidet Nefîse’nin kapısını çalıp;
- Komşu, ben bir yere gideceğim. Gelinceye kadar bu kızım yanınızda kalabilir mi? diye sordu.
Seyyidet Nefîse hazretleri;
- Tabii neden olmasın, dedi.
Ve sakat kızı kucaklayıp, bir yere oturttu. Sonra da abdest almaya gitti. Abdest suyu, o kızın yanından akıyordu. Kızcağız bu sulardan avcuna alıp, ayaklarının cansız yerlerine sürmeye başladı.
Hani oyun olsun diye sürüyordu.
Ancak sürdükçe canlandı ayakları.
Sevinip daha çok sürdü. Bir zaman sonra kalktı, yürüdü, koşturmaya başladı odada. Hiç hastalık kalmamıştı ayaklarında.
O ara, annesinin sesini işitti.
Sevinçle koştu annesine.
Kadıncağız kızının koştuğunu görünce, ne söyleyeceğini şaşırdı:
- Rüyâ mı görüyorum, yoksa hayâl mi bu gördüğüm? dedi.
Kızcağız anlattı bu olanları.
İşte o zaman anladı hakîkati.
Kalbine hidâyet nurları doldu.
Kendi kendine; “Eğer Onun dîni hak olmasaydı, abdest suyu böyle şifâ ve devâ olmazdı” dedi.
Ve Seyyidet Nefîse hazretlerine koşup;
- Bana İslâmı anlat, dedi.
Şehâdeti getirip Müslüman oldu.
Sıra çocuğun babasındaydı.
Akşam da o kavuştu hidâyete...



kaynak: 14 Mart 2011 Pazartesi Türkiye Gazetesi / Abdüllatif Uyan / Menkıbeler /

Sıla bin Eşyem ve amca kızı Muaze

Tabiinin büyüklerinden olan Sıla bin Eşyem’in, Muaze el-Adeviyye isimli bir amca kızı vardı. O da Sıla gibi Tabiînden idi. Muaze, müminlerin annesi Aişe radıyallahü anha ile görüşmüş ve ondan çok hadis-i şerif öğrenmiştir. Muttaki, abid ve zahide bir kadındı... Sıla bin Eşyem, işte bu amcasının kızı Muaze’yi kendisine istedi.

Onu hamama götürdüler...
Muaze’nin gelin geleceği gün, yeğenlerinden biri onun hizmetini gördü. Onu hamama götürdü. Daha sonra kokular sıkılmış bir evde damatla gelini bir araya getirdiler... Sıla o gece sünnet olan iki rekat namazı kılmaya başladı. Muaze de kalkıp ona uydu. Ancak ikisini de öyle bir hâl kapladı ki, sabah oluncaya kadar birlikte namaz kıldılar...
Sabah yeğeni onun yanına geldi ve şöyle dedi:
-Amca! Sana amcanın kızı gelin olarak geldi. Ama sen onu bırakıp bütün geceyi namaz kılmakla geçirdin!
-Yeğenim! Dün, sen beni önce cehennemi hatırlatan bir eve soktun. Daha sonra da, cenneti hatırlatan başka bir eve soktun. Sabaha kadar devamlı onları düşündüm.
-Amca! Bu nasıl oluyor? dedi.
-Beni hamama götürdün. Orası bana, cehennemin sıcaklığını hatırlattı. Sonra beni, gelin evine götürdün, oranın kokusu da cennetin kokusunu hatırlattı...

Cihada çıktı ve dönmedi

Ve aradan yıllar geçti... Hicretin 76. senesinde Sıla bin Eşyem Maveraünnehir ülkelerine giden İslam ordularıyla birlikte bir savaşa çıktı. Oğullarından biri de yanındaydı. İki ordu karşılaşıp savaş kızışınca Sıla, oğluna şöyle dedi:
-Yavrum! İleri yürü ve Allah’ın düşmanlarıyla savaş ki ben seni, verilen emanetler yanında kaybolmayan Allah’a kurban etmiş olayım...
Delikanlı okun yaydan fırladığı gibi düşmanla savaşmak için atıldı. Şehid olup yere yıkılıncaya kadar devamlı dövüştü. Babası da onun peşinden gitmekten başka bir şey yapmadı. O da durmadan dövüştü ve şehid olup oğlunun yanına yıkıldı...
Ölüm haberleri Basra’ya ulaştığında kadınlar hazreti Muaze’ye taziyeye geldiler. Muaze metanetini bozmadan onlara şu cevabı verdi:
“Eğer beni tebrik etmeye geldiyseniz, hoş geldiniz. Yok, eğer başka bir şey için geldiyseniz dönüp gidiniz, Allah sizden razı olsun...”


kaynak: 26 Kasım 2007 Pazartesi Türkiye Gazetesi / Vehbi Tülek/ Meşhurların son sözleri