8 Temmuz 2011 Cuma

Efendimizin halası Hazret-i Safiye

Safiye bint-i Abdülmuttalib (Radıyallahü anha) adından anlaşılacağı gibi Abdülmuttalibin kızı, Efendimizin halasıdır. Ama dahası da vardır onun annesi Hâle bint-i Vehb ile Resul-i ekremin annesi Amine Hatun kardeştirler.

Hasılı Peygamberimiz ile, hem ana, hem de baba tarafından akraba olan Safiye validemiz, kutlu doğumda hazret-i Amine’nin yanında bulunan bir kaç şanslı kadından biridir. O gece ortalığı kaplayan nura, Habibullah’ın doğar doğmaz secdeye kapanışına ve berrak bir lisanla “Lailahe illallah, inni resulullah” deyişine şahit olur. Yeğenini yıkamaya niyetlendiğinde, yıkandığını fark eder, göbeğini kesmeye yeltenir, kesildiğini anlar. Nur bebek bakmaya kıyılmayacak kadar güzeldir ve güller misler gibi kokar. Ama en çok “ümmeti ümmeti” diye mırıldanmasına şaşar. Adı güzel Muhammed’e aşık olur, kardeşinin yetimini ana şefkatiyle bağrına basar.

Evin direği
Safiyye Hatun cahiliyye devrinde (nübüvvetten evvel) Ebû Süfyan’ın kardeşi Hâris ile evlenir. Hâris öldükten sonra Hazret-i Hatice’nin kardeşi Avvam bin Hüveylid’in nikahı altına girer, ondan üç oğlu olur, ki aşere-i mübeşşereden Zübeyr bin Avvam da bunlardan biridir.
Avvam bin Huveylid’de vefat edince çocukların yükü üzerine kalır ama o güçlü bir kadındır, meşekkatlara aldırmaz. Tarifsiz merhametine rağmen dirayetli ve disiplinlidir. Özellikle Zübeyr üzerine çok eğilir, onu lider gibi yetiştirmeye bakar. 


Günün birinde Zübeyr’in amcası Nevfel bin Huveylid “yaa sıkma çocuğu, bırak da nefes alsın” deyince oracıkta bir şiir söyler ki adamcağız parmaklarını ısırayazar. Mısralar arapça şimdi tek tek yazsak kafiye tutmayacak. Kısaca özetlersek: “Her kim ki Zubeyr’e buğz ettiğimi sanır, aldanırlar. Analar oğullarının hem akıllı hem edepli olmasını arzularlar. Evet, evde az çok hurma ve hububat var, karnı öyle de böyle de doyar. Ama isterim kılıç kuşansın, önderlik yapsın, iz bıraksınlar!”
Bu satırlarda mükemmel bir ses uyumu vardır ve neredeyse o gün kullanılan edebi sanatların tamamını bünyesinde toplar. Zaten Zubeyr kelimesi şiddetli kuvvetli manasına gelen “zebbere” kökünden üretilir ki daha adını bağışlarken hedefini koyar.
Bu şiir karşısında Nevfel aciz kalır yanındakilere dönüp “Ey Hâşim oğulları yardım edin de bir cevap hazırlayalım” dese de aynı ayarda bir beyit tutturamazlar.

Daima yanında 

Aradan uzuuun yıllar geçer Efendimiz peygamberlikle vazifelendirilip, tebliğe başlar. Allahü teâlâ’dan “Önce yakın akrabanı uyar. Sana uyan müminlere merhamet kanadını indir (yumuşak davran)” emrini alınca akrabalarını (40 kişi kadardırlar) Ebû Talib’in evinde toplar. “Bugüne kadar size hiç yalan söyledim mi” diyerek mevzuya girer ve peygamber olduğunu açıklar. Halalarını, amcalarını, İslam’a davet eder ve ateşten kurtulmaları için çağrı yapar. Ebû Leheb öfkeyle ayaklanınca hava gerilir, kimseden ses seda çıkmaz. Lâkin Hazret-i Safiyye ile oğlu Zübeyr tereddütsüz kelimeyi şehadet getirir, Habibullahın yanında dururlar.
Dahası Safiyye (radıyallahu anha) Ebu Leheb’in karşısına çıkar ve “Yeğenimizi ve O’nun dinini hakîr görmek sana yakışıyor mu?” diye sorar. “Vallahi alimler, Abdülmuttalib soyundan bir Peygamberin çıkacağını söylüyorlar. O peygamber, Muhammed’den başkası olamaz! Bunu hepimiz biliyoruz, inadı bırak!”

Medine yolunda 

Mekke yılları Safiyye annemiz için de zor geçer, nihayet oğlu Zübeyr bin Avvam’la hicret eder, Medine halkından olurlar. Ancak müşrikler münevver beldedeki huzuru çekemez, ordu düzüp saldırır, Müslümanları katle kalkarlar.
Safiye validemiz de karınca kararınca mücadeleye katılır, kalemini kılıç gibi kullanıp küfr saflarını dağıtmaya bakar. Onun ahenkli sözlerini mısra mısra tercüme etmek ne mümkün, ancak bir kaç cümle ile kapı aralamakta yarar var. “Tarafımızdan Kureyş kavminde bir tebliğci gitse de onlara haykırsa: Devlet hükümet ve meşveret hangi sebepten bizden yana ve halk niye bize katılır acaba? Siz de biliyorsunuz ki bizim de tekaddüm hakkımız var, inananlara karşı asla zulüm ateşi yakılamaz. Zira ahdi bozduğumuzu söyleyemez, dönekliğimizi gösterecek tek alamet bulamazlar. Her hayır ve fazilet bizimledir, şeref bize yakışır, onlar ardan hayadan nakıstırlar.”
Dikkat ederseniz ifadede zorlanıyoruz, halbuki o bu hukuki metni iki mısra ile ifade eder çıkar.
Sanatın gücüne bak.

Şairler arasında 

Abdülmuttalib’in ahir ömründe kardeşler babalarının başında toplanır birer birer ağıt yakarlar. Safiyye annemiz farklı bir dal seçer, oracıkta bir mersiye yazar. “Taze cesed üzerine kapanıp gecenin sükutunu delen bir kadının yanık sesiyle, ya da uykusuz günler geçiren aşıkın yanağını yaran inci tanelerinin yakıcı ateşiyle söylüyorum ki onun kadar soylu onun kadar cömert, onun kadar güzel yüzlü, sevimli, gösterişli, hayır ehli, yardımsever, itaata layık, hürmete değer bir insan az gelir. Vasıfları nesilden nesile aktarılacak, asırlarca yad edilecektir. Eğer insanlar şerefleri miktarınca yaşalardı onun çok uzun bir ömür sürmesi gerekir. Lakin ebedi olan sadece Allah-ü tealadır, dünya da dünyadakiler de baki değildir. İnsanların asaleti yaşıyla ölçülmedi, ölçülemeyecektir!” 


Safiyye validemiz bunca sözü ve yazamadıklarımızı bir kaç mısraya sığdırır. Araplar ateş deyip geçmez. Nâru’t - tehâlüf, (yemin merasimlerinde kullanılan köz çukurudur, hasımları caymasın diye aleve gizlice toz serper, ortalığı cayırtıya boğup muhataplarını ürkütmeye çalışırlar) nâru’l - ûhbe (ceng meydanında muhariplerin yaktığı ateş), nâru’l - kırâ (şölen ateşi) nâru’l - esed (vahalarda arslandan ürkenlerin yaktıkları ateş), naru’s - sayd (avcı meşalesi) ve yağmur duası manasında nâru’l istımtâr ibarelerini kullanır, kelimelerle oynarlar. 


Lisan da lisan hani, edibenin gücü zaten ortada... Gel de alkışlama... 



kaynak: 11 Ekim 2006 Çarşamba Türkiye Gazetesi / İrfan Özfatura Ahmet Sırrı Arvas / İz Bırakanlar

Nesibe Hâtûn ve Habib bin Zeyd

Habib bin Zeyd hazretleri, Eshab-ı kiramın büyüklerindendir. Babası Zeyd bin Asım el-Ensari, Resulullaha Akabe’de biat eden ilk yetişkinler arasında idi. Annesi Nesibe binti Ka’b (Ümmü Ümâre) müşriklere karşı silah kullanan ilk hanımdı. İşte, Habib bin Zeyd böyle bir evde, böyle bir annenin terbiyesi ile yetişti. Çok küçük olması sebebiyle katılamadığı Bedir ve Uhud savaşları dışındaki savaşlara iştirak etti. Onun dinindeki, davasındaki metanet ve sebatı dillere destandı... 

Annesi Ümmü Ümâre (radıyallahü anhâ) Uhud, Hudeybiye, Hayber Umret-ül-kaza, Huneyn ve Yemâme gazâlarına katıldı. Biatü’r-rıdvân’da hazır bulunmakla şereflendiler. Oğulları Habîb ve Abdullah da Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün gazâlarına iştirak ettiler...

Uhud Savaşı sırasında İbni Kamia isminde bir müşrik Peygamberimize saldırdı ve mübârek başından yaraladı. Ümmü Ümâre de İbni Kâmia’ya saldırdı ve o müşriki ağır yaraladı. Kendisi de on üç yerinden yaralanmıştı. Bunlardan en ağırı, İbn-i Kâmia’nın boynunda açtığı yaraydı. Resûlullah efendimiz, oğlu Abdullah’a bu yarayı sarmasını emredip “Ev halkınızı Allah mübârek kılsın; senin annenin makamı filan ve filanların makamından hayırlıdır. Allah sizin ev halkınıza rahmet etsin!” buyurdular. Bu mübarek kadının yaraları, bir sene tedavi gördükten sonra iyileşti... 


Nesibe Hâtûn, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) “Yâ Resûlallah Allahü teâlâya duâ edin de Cennette size komşu olayım!” dedi. Peygamber efendimiz “Allahım! Bunları, Cennette bana komşu ve arkadaş et” diye duâ ettiler. Bunun üzerine Ümmü Ümâre: “Bu bana kâfidir. Artık dünyâda ne musîbet gelirse gelsin! dedi...

MÜSEYLEME’YE ESİR DÜŞTÜ!..

Müseylemet-ül Kezzab, yalancı peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkınca, Ümm-i Ümare’nin oğlu Habib, Amman’dan Medine’ye gelirken esir düştü. Müseyleme;
“Benim peygamberliğimi kabul et, seni serbest bırakayım” dedi. Habib onunla alay etmek için; “Ben sağırım, ne söylediğini işitmiyorum” dedi halbuki biraz önce aralarında konuşma geçmişti. Müseyleme onun bu hareketine çok kızarak, tek tek uzuvlarını kestirerek şehit etti...


kaynak: 08 Mart 2008 Cumartesi Türkiye Gazetesi / Vehbi Tülek/ Meşhurların son sözleri /

Hayırsever Sultan Gevher Nesibe

Gevher Nesibe Sultan, Selçuklu Hükümdarlarından II. Kılıçarslan’ın kızıdır. Birinci Gıyaseddin Keyhüsrev’in de kız kardeşidir.
Gevher Nesibe Hatun, bir sultan kızıydı ama, o, asıl sultanlığın, “gönül sultanlığı” olduğunu bilir, seven ve sevilen gönüllerde taht kurmanın gerçek sultanlık olduğuna inanırdı...

KARA SEVDAYA TUTULMUŞTU!..
O da sevmişti bir gün... Sarayın panjurları arasında gördüğü yağız benizli, kara kaşlı, genç bir sipahiye gönlünü kaptırıvermişti. Ancak, saray törelerine göre, evlenecek erkeği, kız değil sultan seçerdi. Üstelik, genç sipahinin de gönülcüğü Sultan kızı Gevher Nesibe’ye kaymış, bu sevda, alev alev sürüp giderken, sipahi, bir sefere yolcu oluvermişti...
Bu gidişin dönüşü olmamış, sipahi sınır boylarında aşkla dolu yüreğini, bedeniyle birlikte kara toprağın kara bağrına gömmüş, “kara sevda”ya tutulan Gevher Nesibe’yi gözyaşları içinde bırakmıştı...
O günden sonra, sımsıkı pancurların gerisine çekilen Sultan kızı, sararıp solmağa başlamış, bu da yetmezmiş gibi, üzüntüsünden ince hastalığa (verem) yakalanmıştı. Kardeşi Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev, ülkenin bütün doktorlarını toplamış, ilaçlar yaptırmış; ama nafile!.. Çaresini bulamamışlar bu hastalığın...
Gevher Nesibe Hatun, artık son anlarını yaşamaktadır. Sultan Gıyaseddin son dileğini sorar çok sevdiği kız kardeşine. Gevher Nesibe Hatun da şöyle vasiyet eder:

“ARTIK AHİRET YOLCUSUYUM!..”
“Ben devasız bir derde düştüm, kurtulmama imkân yok, hiçbir hekim derdime çare bulamadı; ben artık ahiret yolcusuyum, eğer dilersen benim adıma bir şifahane (hastane) yaptır! Bu şifahanede bir yandan dertlilere şifa verilirken, bir yandan da çaresi olmayan dertlere çare aransın. Bu şifahane ünlü hekim ve cerrah yetiştirsin. Burada kimseden bir kuruş para alınmasın. Burası benim adıma bir vakıf olsun...”
Evet, bu güzel ve ihlaslı Türk kızının acıklı hikâyesi, muhteşem bir binanın yapılmasına vesile olurken, Kayseri de; bugün Tıp Tarihi Müzesi olarak kullanılan büyük bir Selçuklu eserine kavuşmuş olur...


kaynak: 12 Mayıs 2008 Pazartesi Türkiye Gazetesi / Vehbi Tülek/ Meşhurların son sözleri /

Abdest suyu şifâ oldu!..

Hanım evliyâlardan Seyyidet Nefîse hazretlerinin evinin hemen bitişiğinde komşu bir kadın vardı. Yahûdî dîninde olup, bir de kötürüm kızı vardı. Kadıncağız bir gün evden çıkarken;
- Kızım sen evde otur, ben biraz sonra gelirim, dedi.
Sakat kız annesine;
- Anneciğim ne olur, sen gelinceye kadar ben komşumuzun evinde bekleyeyim, diye yalvardı.
Annesi;
- Peki orada bekle, dedi.
Ve Seyyidet Nefîse’nin kapısını çalıp;
- Komşu, ben bir yere gideceğim. Gelinceye kadar bu kızım yanınızda kalabilir mi? diye sordu.
Seyyidet Nefîse hazretleri;
- Tabii neden olmasın, dedi.
Ve sakat kızı kucaklayıp, bir yere oturttu. Sonra da abdest almaya gitti. Abdest suyu, o kızın yanından akıyordu. Kızcağız bu sulardan avcuna alıp, ayaklarının cansız yerlerine sürmeye başladı.
Hani oyun olsun diye sürüyordu.
Ancak sürdükçe canlandı ayakları.
Sevinip daha çok sürdü. Bir zaman sonra kalktı, yürüdü, koşturmaya başladı odada. Hiç hastalık kalmamıştı ayaklarında.
O ara, annesinin sesini işitti.
Sevinçle koştu annesine.
Kadıncağız kızının koştuğunu görünce, ne söyleyeceğini şaşırdı:
- Rüyâ mı görüyorum, yoksa hayâl mi bu gördüğüm? dedi.
Kızcağız anlattı bu olanları.
İşte o zaman anladı hakîkati.
Kalbine hidâyet nurları doldu.
Kendi kendine; “Eğer Onun dîni hak olmasaydı, abdest suyu böyle şifâ ve devâ olmazdı” dedi.
Ve Seyyidet Nefîse hazretlerine koşup;
- Bana İslâmı anlat, dedi.
Şehâdeti getirip Müslüman oldu.
Sıra çocuğun babasındaydı.
Akşam da o kavuştu hidâyete...



kaynak: 14 Mart 2011 Pazartesi Türkiye Gazetesi / Abdüllatif Uyan / Menkıbeler /

Sıla bin Eşyem ve amca kızı Muaze

Tabiinin büyüklerinden olan Sıla bin Eşyem’in, Muaze el-Adeviyye isimli bir amca kızı vardı. O da Sıla gibi Tabiînden idi. Muaze, müminlerin annesi Aişe radıyallahü anha ile görüşmüş ve ondan çok hadis-i şerif öğrenmiştir. Muttaki, abid ve zahide bir kadındı... Sıla bin Eşyem, işte bu amcasının kızı Muaze’yi kendisine istedi.

Onu hamama götürdüler...
Muaze’nin gelin geleceği gün, yeğenlerinden biri onun hizmetini gördü. Onu hamama götürdü. Daha sonra kokular sıkılmış bir evde damatla gelini bir araya getirdiler... Sıla o gece sünnet olan iki rekat namazı kılmaya başladı. Muaze de kalkıp ona uydu. Ancak ikisini de öyle bir hâl kapladı ki, sabah oluncaya kadar birlikte namaz kıldılar...
Sabah yeğeni onun yanına geldi ve şöyle dedi:
-Amca! Sana amcanın kızı gelin olarak geldi. Ama sen onu bırakıp bütün geceyi namaz kılmakla geçirdin!
-Yeğenim! Dün, sen beni önce cehennemi hatırlatan bir eve soktun. Daha sonra da, cenneti hatırlatan başka bir eve soktun. Sabaha kadar devamlı onları düşündüm.
-Amca! Bu nasıl oluyor? dedi.
-Beni hamama götürdün. Orası bana, cehennemin sıcaklığını hatırlattı. Sonra beni, gelin evine götürdün, oranın kokusu da cennetin kokusunu hatırlattı...

Cihada çıktı ve dönmedi

Ve aradan yıllar geçti... Hicretin 76. senesinde Sıla bin Eşyem Maveraünnehir ülkelerine giden İslam ordularıyla birlikte bir savaşa çıktı. Oğullarından biri de yanındaydı. İki ordu karşılaşıp savaş kızışınca Sıla, oğluna şöyle dedi:
-Yavrum! İleri yürü ve Allah’ın düşmanlarıyla savaş ki ben seni, verilen emanetler yanında kaybolmayan Allah’a kurban etmiş olayım...
Delikanlı okun yaydan fırladığı gibi düşmanla savaşmak için atıldı. Şehid olup yere yıkılıncaya kadar devamlı dövüştü. Babası da onun peşinden gitmekten başka bir şey yapmadı. O da durmadan dövüştü ve şehid olup oğlunun yanına yıkıldı...
Ölüm haberleri Basra’ya ulaştığında kadınlar hazreti Muaze’ye taziyeye geldiler. Muaze metanetini bozmadan onlara şu cevabı verdi:
“Eğer beni tebrik etmeye geldiyseniz, hoş geldiniz. Yok, eğer başka bir şey için geldiyseniz dönüp gidiniz, Allah sizden razı olsun...”


kaynak: 26 Kasım 2007 Pazartesi Türkiye Gazetesi / Vehbi Tülek/ Meşhurların son sözleri

9 Haziran 2011 Perşembe

Ne­ne Ha­tun ve ­kar­de­şi Ha­san

Ne­ne Ha­tun, 1857’de Er­zu­rum-Pa­sin­ler’e bağ­lı Çe­per­li Kö­yü’nde dün­ya­ya gel­miş­tir. “93 Har­bi” (1877-1878) pat­lak ve­rip de sah­ne­ye çı­ka­ca­ğı ana ka­dar Ne­ne Ha­tun, Ana­do­lu’da­ki di­ğer isim­siz kah­ra­man­lar gi­bi, ken­di hâ­lin­de mü­te­va­zı bir ha­yat sü­ren sı­ra­dan in­san­lar­dan bi­riy­di. Her kah­ra­man gi­bi onu da kah­raman­lık tah­tı­na otur­tan; şart­la­rın va­him­le­şip işin ba­şa düş­tü­ğü gün­ler ol­muş­tur...


BÜ­TÜN DA­DAŞ­LAR ORA­DAY­DI...
Ni­te­kim, or­duy­la be­ra­ber ka­dı­nı-er­ke­ği, gen­ci-ih­ti­ya­rıy­la bü­tün Er­zu­rum hal­kı; 8-9 Ka­sım­da, el­le­ri­ne ge­çir­dik­le­ri bal­ta, sa­tır, tır­pan, kaz­ma, ne bul­du­lar­sa Mos­kof zul­mü­ne kar­şı ta­ri­hi­mi­zin bir al­tın say­fa­sı­nı da­ha yaz­mış­lar ve düş­ma­nı püs­kürt­me­yi ba­şar­mış­lar­dır. Ye­di­den yet­mi­şe bü­tün mil­le­tin or­du­suy­la ke­net­le­şip düş­man iş­gâ­li­ni ber­ta­raf et­mek için gi­riş­ti­ği mü­ca­de­le­le­rin­den bi­ri da­ha şan­la ve şe­ref­le ka­za­nıl­mış­tır.
Arif Bey’in se­nâ et­ti­ği kah­ra­man ka­dın­la­rın ba­şın­da ise, he­nüz ha­ya­tı­nın ba­ha­rı­nı ya­şa­yan Ne­ne Ha­tun ge­li­yor­du.
Ne­ne Ha­tun, Azi­zi­ye’de Mos­kof’a in­dir­dik­le­ri unu­tul­maz dar­be­yi ve ef­sa­ne­vî mü­ca­de­le­nin des­tan­la­şan an­la­rı­nı şöy­le an­la­tı­yor­du:
“Mu­ha­re­be­nin gü­rül­tü­le­ri ile uyan­dık. Ko­cam bal­ta­sı­nı kap­tı­ğı gi­bi dı­şa­rı fır­la­dı. Bi­raz son­ra ba­na dö­ne­rek; ‘Rus­lar tab­ya­la­ra gir­miş, sen ço­cu­ğa bak, ar­kam­dan gel­me. Biz, Rus’u dur­du­ru­ruz!..’ de­di ve git­ti... Bü­tün mem­le­ke­tin bo­şal­dı­ğı, her­ke­sin Rus’u kar­şı­la­ma­ya, va­ta­nı kur­tar­ma­ya git­ti­ği bu­gün, ben na­sıl ev­de ka­la­bi­lir­dim?!. Mi­nik yav­ru­mu Al­lah’a emâ­net ede­rek, ev­de bu­lu­nan sa­tı­rı al­dım ve sel gi­bi akan ka­la­ba­lı­ğa ka­rı­şa­rak tab­ya­la­ra doğ­ru koş­ma­ya baş­la­dım... Me­ci­di­ye Tab­ya­la­rı­nı aşıp düz­lü­ğe in­di­ği­miz za­man, düş­ma­nın ku­lak­la­rı­mı­zı sa­ğır eden tü­fek ateş­le­ri al­tın­da ya­ra­la­na­na, öle­ne bak­ma­dan ile­ri atıl­dık...

“DÜŞ­MA­NI KOV­DUK YA...”
Ba­zen sa­tır­la, ba­zen taş­la vu­ru­yor, önü­mü­ze çı­kan her Rus’u de­vi­re­rek tab­ya­la­ra doğ­ru iler­li­yor­duk. As­ker kar­deş­le­ri­miz bir ta­raf­tan, biz bir ta­raf­tan tab­ya­la­ra gir­dik... Bu ara­da tab­ya­nın bir ta­ra­fın­da ya­ra­lı olan kar­de­şim Ha­san’ı gör­düm. Ağ­la­ya­rak üze­ri­ne atıl­dım. Kar­de­şim Ha­san ‘Ab­la ağ­la­ma, ana­mız bi­zi bu­gün­ler için do­ğur­du. Ben de de­dem gi­bi şe­hit­lik mer­te­be­si­ne yük­sel­me­yi her za­man is­te­miş­tim. Düş­ma­nı kov­duk ya, gay­rı­sı­na gam ye­mem!’ de­di ve göz­le­ri­ni bir da­ha aç­ma­mak üze­re yum­du...”

kaynak: 08 Kasım 2008 Cumartesi Türkiye Gazetesi / Vehbi Tülek/ Meşhurların son sözleri

29 Mayıs 2011 Pazar

Cezûlî ve saliha hanımı -2-

Cezûlî’nin “Delâil-ül-Hayrât”ı

Dün bir nebze bahsettiğimiz gibi, Muhammed Cezûlî hazretleri, hanımına kendisini keramet sahibi yapan salevât-ı şerîfenin hangisi olduğunu sorduğunda “Bu gece istihâre edeyim, izin olursa, cevap veririm” demişti. Evet o gece istihare etti. Sabahleyin hanımı;
“Efendi, açıkça söyleyeyim ki, haber vermeye izin yoktur. Ancak salevât-ı şerîfeleri topla, onların içinde varsa, “vardır” diye haber veririm” dedi...

“HAYIRLARA DELİLLER”

Bunun üzerine Muhammed Cezûlî, birçok kitaplarda bulunan salevât-ı şerîfeleri topladı ve bir kitap yazdı. Hanımına, yazdığı bu kitabı okuduğu zaman, hanımı;
“İçinde birkaç yerde vardır” dedikten sonra;

“Bu kitabı okumaya devâm edenin, Allahü teâlânın rahmetine kavuşacağında şüphe yoktur” dedi. Muhammed Cezûlî bu eserine; “Hayırlara deliller” mânâsına gelen “Delâil-ül-Hayrât” ismini verdi.
Delâil-ül-Hayrât’ta toplanmış olan salevât-ı şerîfelerden bâzıları şunlardır:

“Allahümme salli alâ Muhammedin ve ezvâcihî ve zürriyyâtihî kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve bârik alâ Muhammedin ve ezvâcihî ve zürriyyâtihî kemâ bârekte alâ âli İbrâhîme inneke hamîdün mecîd.”

“Allahümme salli alâ Muhammedin kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ bârekte alâ İbrâhîme inneke hamîdün mecîd.”

“Allahümme salli alâ Muhammedin-in-nebiyy-il-ümmiyyi ve alâ âli Muhammed.”

“Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîme inneke hamîdün mecîd. Allahümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ bârekte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîme inneke hamîdün mecîd. Allahümme ve terahham alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ terahhamte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîme inneke hamîdün mecîd. Allahümme ve tehannen alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ tehannente alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîme inneke hamîdün mecîd. Allahümme ve sellim alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ sellemte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîme inneke hamîdün mecîd.”

“Allahümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ bârekte alâ İbrâhîme inneke hamîdün mecîd.”

“Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âlihi ve eshâbihî ve evlâdihî ve ezvâcihî ve zürriyyetihî ve ehl-i beytihî ve eshârihî ve ensârihî ve eşyâihî ve muhibbihî ve ümmetihî ve aleynâ maahüm ecmaîne yâ erhamerrâhimîn.”

“Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin ve alâ ehl-i beytihî.”

Muhammed Cezûlî hazretleri vefat ederken yanındakilere, salevât-ı şerîfeyi çok okumalarını vasiyet etti. 



kaynak: 04 Eylül 2010 Cumartesi Türkiye Gazetesi / Vehbi Tülek/ Meşhurların son sözleri /

Hazreti Âişe-i Sıddıka

Hazret-i Âişe (radıyallahü teâlâ anha), Resulullah efendimizin en sevgili hanımıdır. Peygamberlerden sonra insanların en üstünü olan Hazret-i Ebu Bekir’in kızıdır.

Çok akıllı, zeki, âlime, edibe ve afife ve saliha idi. Hafızası pek kuvvetli olduğu için, Eshab-ı kiram birçok şeyleri ondan sorup öğrenirdi. Nikahı Allahü teâlânın emri ile yapıldı. Âyetlerle de övüldü.
Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Erkeklerden üstün çok kişi vardır. Fakat kadınlardan Firavunun ailesi Âsiye, İmran kızı Meryem ve Âişe’den başka üstün kadın yoktur. Âişe’nin diğer kadınlara üstünlüğü, tirid’in diğer yemeklere üstünlüğü gibidir.) [Buhari] (Tirid, en kıymetli et yemeğidir.)

(En çok Âişe’yi seviyorum, erkeklerden de
babasını.) [Buhari, İbni Mace]

Resulullah, (Allahü teâlâ beni kendi nurundan yarattı. Benim nurumdan da Ebu Bekri, onunkinden de, Ömer ile Âişe’yi yarattı. Ömer’in nurundan, mümin erkekleri, Âişe’ninkinden de mümin kadınları yarattı) buyurup sonra Nur suresinin (Allah birine nur vermezse, o münevver olamaz) mealindeki 40. âyetini okudu. (Lübab-ül-elbab)

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Ehl-i sünnet âlimleri buyurdu ki; İlimde ve ictihadda Hazret-i Âişe, Hazret-i Fatıma’dan üstündür. İlimde ve ictihadda Hazret-i Âişe, zühd ve dünyadan kesilmekte ise, Hazret-i Fatıma daha ileridir. Bunun içindir ki, Hazret-i Fatıma’ya Betül yani çok temiz demişlerdir. Hazret-i Âişe Eshab-ı kirama İslamiyet’i öğretirdi. (c. 2, m.67)
Resulullahın torunlarından Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretleri ise, (Hazret-i Âişe, bütün kadınlardan daha üstündür) buyurdu. (Gunye)
İctihadı Hazret-i Ali’ye uymadığı için, Rafiziler kendisine çok iftira ediyor, Hazret-i Ali’yi sevmezdi diyorlar. Halbuki (Ali’yi sevmek imandandır) hadis-i şerifini, Hazret-i Âişe haber verdi. Böylece, onu sevdiğini ve herkesin de sevmesi lazım geldiğini bildirdi.

Hadis âlimlerinden Abdulhak Dehlevi hazretleri, (Medaric-ün-nübüvve) kitabında buyuruyor ki:
Âişe-i Sıddıka hazretlerinin faziletleri, üstünlükleri, sayılamayacak kadar çoktur. Eshab-ı kiramın fıkıh âlimlerindendi. Çok fasih ve beliğ konuşurdu. Eshab-ı kirama fetva verirdi. Fıkıh bilgilerinin dörtte birini Hazret-i Âişe haber vermiştir. Hadis-i şerifte, (Dininizin dörtte birini Humeyra’dan öğreniniz!) buyuruldu. (Kurret-ül-ayneyn) [Resulullah, Hazret-i Âişe’yi çok sevdiği için, Ona (Humeyra) derdi.]

Ürvetübni Zübeyr hazretleri buyuruyor ki:
Kur’an-ı kerimin manalarını ve helal ve haramları ve Arab şiirlerini ve nesep ilmini, Hazret-i Âişe’den daha çok bilen kimse, görmedim.

Hazret-i Âişe’nin şân ve şereflerinden birisi de Resulullah efendimizin, onu çok sevmesidir. Resulullaha, en çok kimi seviyorsun denilince, (Âişe’yi) buyurdu. Erkeklerden kimi diye sorulunca, (Âişe’nin babasını) buyurdu. (Buhari)

Bir hadis-i şerifte de buyuruldu ki:
(Erkeklerden vezirim Zübeyr bin Avvam, kadınlardan ise Âişe’dir.) [Deylemi]

Hazret-i Âişe’ye sordular ki, Resulullah en çok kimi severdi? Fatıma’yı severdi, dedi. Erkeklerden en çok kimi severdi dediler. Fatıma’nın zevcini buyurdu. Bundan anlaşılıyor ki, zevceleri arasında, Hazret-i Âişe’yi, çocukları arasında, Hazret-i Fatıma’yı, Ehl-i beyti arasında, Hazret-i Ali’yi, Eshabı arasında ise, Hazret-i Ebu Bekir’i en çok severdi. (Mektubat-ı Rabbani)
Hazret-i Âişe buyuruyor ki:
(Bir gün Resulullah mübarek nalınlarının kayışlarını çakıyordu. Ben de iplik eğiriyordum. Mübarek yüzüne baktım. Parlak alnından ter damlıyordu. Ter damlası, her tarafa nur saçıyordu. Gözlerimi kamaştırıyordu. Şaşakaldım. Bana doğru baktı. (Sana ne oldu ki, böyle dalgın duruyorsun?) buyurdu. Ya Resulallah! Mübarek yüzünüzdeki nurların parlaklığına ve mübarek alnınızdaki ter tanelerinin saçtıkları ışıklara bakarak kendimden geçtim, dedim. Resulullah kalkıp yanıma geldi. Gözlerimin arasını öptü ve (Ya Âişe! Allahü teâlâ sana iyilikler versin! Beni sevindirdiğin kadar, ben seni sevindiremedim) buyurdu. Hazret-i Âişe’nin mübarek gözlerinin arasını öpmesi, Resulullahı severek, Onun cemalini anlayarak gördüğü için aferin ve takdir olmaktadır.

Hazret-i Âişe, kendisinin, ezvac-ı tahiratın hepsinden daha üstün olduğunu söyler, Allahü teâlânın nimetlerini sayar, (Resulullah benimle evlenmeden önce, Cebrail aleyhisselam, benim resmimi Resulullaha gösterip “Bu senin zevcendir” demişti) derdi. O zaman canlı resmi yapmak haram olmamıştı ve resmi, insan da yapmamıştı. Resulullah, Âişe validemize buyurdu ki:
(Seni üç gece rüyada gördüm. Melek, beyaz ipek üzerindeki resmini bana gösterdi. Bu senin zevcendir, dedi. Rüyada, meleğin gösterdiği resmini unutmadım.) [Buhari ve Müslim]

Resulullaha, Hazret-i Âişe’den başka, hiçbir zevcesinin yatağında (vahiy) gelmedi. Bu da, Hazret-i Âişe’nin Allahü teâlâ indinde kıymetinin pek çok olduğunu göstermektedir. Ümmi Seleme validemiz Hazret-i Âişe için bir şey söyleyince, Resulullah, (Âişe için beni incitme. Bana vahiy, yalnız Âişe’nin yatağında iken gelmektedir) buyurdu ve Ümmi Seleme validemiz de, tevbe etti.

Hazret-i Âişe, (Bana karşı yapılan iftiranın yalan olduğu Allahü teâlâ tarafından bildirildi) diyerek öğünürdü. Allahü teâlâ, Nur suresindeki 17 âyeti göndererek, Hazret-i Âişe’ye iftira edenlerin Cehenneme gideceklerini bildirdi. Hazret-i Âişe’nin izzeti ve şerefinin yüksekliği bu âyet-i kerimelerle de anlaşıldı. (Medaric-ün-nübüvve)
Münafıkların yaptığı iftira Medaric-ün-nübüvve kitabında diyor ki:
Münafıklar Hazret-i Âişe validemize iftira edince, Resulullah, arkadaşlarından bazılarını çağırdı. Bunlardan Hazret-i Ömer’e ne düşündüğünü sordu. O da dedi ki:
(Ya Resulallah! İyi biliyorum ki, münafıklar yalan söylüyorlar. Allahü teâlâ, senin üzerine sinek kondurmuyor. Bir murdar yere konup da, sonra senin üstünü kirletmesin diye muhafaza ediyor. Seni az bir pislikten saklayan Allah, pisliklerin en kötüsünden elbet saklar.)
Sonra, Hazret-i Osman’ı çağırdı. O da dedi ki:
(Bu sözü münafıkların yaydığı ve yalan olduğunda şüphem yoktur. Hepsi iftiradır. Allahü teâlâ, senin gölgeni yere düşürmüyor. Mübarek gölgenin bile pis bir yere düşmesini, yahut habis bir kişinin, O gölgeye basmasını önlüyor. Mübarek evine pislik sokmasını hoş görür mü?)
Sonra Hazret-i Ali’yi çağırdı. O da dedi ki:
(Bu sözler yalandır, iftiradır. Münafıkların uydurmasıdır. Sizinle namaz kılarken mübarek nalınınızı çıkardınız. Size uyarak biz de çıkardık. (Nalınlarınızı niçin çıkardınız?) dediniz. Size uymak için dedik. Siz de, (Cebrail aleyhisselam geldi. Nalında necaset bulaşığı olduğunu bana haber verdi. Onun için çıkardım) buyurmuştunuz. Namaz içinde bile vahiy ederek seni pislikten koruyan Allahü teâlâ, mübarek zevcelerine böyle pislik yapılmasına izin verir mi? Böyle bir şey olsaydı, bunu da hemen haber verirdi. Mübarek kalbin üzülmesin. Allahü teâlâ, vahiy edip, mübarek zevcenizin pak olduğunu elbette size bildirir.) Hazret-i Ali, (Onu cariyesi olan Büreyde’den de sorun!) dedi.

Ona soruldu. O da, (Allah’a yemin ederim ki, çok zaman Onun yanında bulundum. Onda hiçbir ayıp görmedim. Ağızlarda dolaşanlar doğru olsaydı, Allahü teâlâ, Onu sana bildirirdi) dedi. Hazret-i Üsame de, (Ya Resulallah, biz senin zevceni iffetli biliriz) dedi. Bu sözlerin hepsine sevinen Resulullah, Ebu Bekir’in evine teşrif buyurdu.

Hazret-i Âişe diyor ki:
O gün ben durmadan ağlıyordum. Ansızın Resulullah gelip selam verdi. Yanımda oturdu. Bana dönüp, (Ey Âişe! Senin için bazı şeyler söylediler. Eğer sen, dedikleri gibi değil isen, Allahü teâlâ, yakında senin doğru olduğunu bildirir. Eğer bir günah hasıl oldu ise, tevbe istiğfar eyle! Allahü teâlâ, günahına tevbe edenlerin tevbesini kabul eder) buyurdu. Babama dönüp, cevap vermesini söyledim. (Vallahi bilmem ki, Resulullaha ne cevap vereyim. Cahiliyet zamanında bile hiç kimse bizim kadınlarımıza böyle bir şey söyleyemezdi) dedi. Sonra anneme döndüm. O da, (Ben ne söyleyeceğimi bilmiyorum. Sen söyle) dedi. Sonra ben, “Allahü teâlâya yemin ederim ki, bu lafların hepsi yalandır. Yapmadığım bir şeye evet dersem, kendime iftira etmiş olurum” dedim. Rabbim temiz olduğumu bildirir diyordum. Çünkü, suçum yoktu. Fakat, benim için âyet-i kerime göndereceğini, kıyamete kadar her yerde, benim için âyet-i kerime okunacağını sanmıyordum. Peygamberine rüyada veya kalbine ilham eder, diyordum. Resulullah, henüz oturduğu yerden kalkmamıştı ki mübarek yüzünde vahiy alametleri göründü. Vahiy bitince, bana gülümseyerek, (Müjde ya Âişe, Allah, senin temiz olduğunu bildirdi) buyurdu. Babam hemen (Haydi kızım, Resulullaha teşekkür et) dedi. Ben de, vallahi Allah’tan başkasına şükretmem! Çünkü, Rabbim benim için âyet-i kerime indirdi, dedim. Sonra Resulullah, Nur suresinin 11. âyetinden başlayarak, on âyet-i kerime okudu. Babam hemen kalkıp başımı öptü. (Medaric-ün-nübüvve)
İftira ile ilgili âyetlerin tefsiri Hazret-i Âişe için gelen 17 âyet-i kerimeden birincisinin tefsirini (Mevakib tefsiri) şöyle bildiriyor:
(Âişe’ye iftira edenler, sizden birkaç kişidir. Siz bu iftirayı kendiniz için kötülük sanmayın! Bu sizin için hayırlıdır. [Bu iftira sebebi ile çok sevap kazandınız. Onların yalanı meydana çıktığından, sizin şanınız, şerefiniz arttı. Âyet-i kerime, sizin temiz olduğunuzu bildirdi.] O iftira edenlerden her biri için kazandıkları günah kadar cezaları vardır. Büyük iftira yaparak, çok çirkin şeyi söyleyenlere dünyada ve ahirette büyük azap vardır.)
Bunlara had vurulduktan sonra, Abdullah bin Ebi, hakir, zelil oldu. Hassan’ın gözleri kör, Mistah’ın eli çolak oldu. 12. âyet-i kerimede (Bu iftirayı işitince, mümin erkek ve kadınlar, kendi ailelerine iyi gözle bakmalı. Bu, meydanda bir yalan ve iftiradır, demelidirler) ve 19. âyet-i kerimede (Müminlerin kötü olarak anılmasını sevenlere, dünyada ve ahirette acı azaplar vardır) ve 26. âyet-i kerimede (Habis söz söylemek, habis adamlara layıktır. Habis adamlara, habis kelam yakışır) buyurulmuştur.

Hasais-ul habib kitabında diyor ki:
Resulullahın mübarek zevcelerinden birini kötüleyenin kâfir olduğuna Abdullah ibni Abbas hazretleri fetva vermiştir. Hele, Hazret-i Âişe’yi kötülemek, Kur’an-ı kerimi inkâr etmek olur. Bunun küfür olduğu icma ile sabittir. (Mirat-i kâinat)
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Hazret-i Âişe-i Sıddıka, Allahü teâlânın sevgilisinin sevgilisi idi. Peygamberimiz vefat edinceye kadar, onu çok sever ve yanından ayırmazdı. Onun odasında, onun yatağında ve mübarek başı onun kucağında iken can vermişti. Onun misk kokulu odasında defnedilmiş, kalmıştır. Bütün bu üstünlüklerden ve kıymetlerden ayrı olarak kendisi büyük âlim ve müctehid idi. Peygamber efendimiz, dinin yarısının bildirilmesini ona bırakmıştı. Eshab-ı kiram sıkıştıkları zaman, ona gelip, ona sorup öğrenirlerdi. Müctehid olan böyle bir Sıddıkaya, Hazret-i Ali’ye uymadı diye, dil uzatıp, ona yakışmayan çirkin iftiraları söylemek Müslüman olana yakışmaz. İmanı olan kimsenin ağzından böyle sözler çıkmaz. Bu fakir [yani imam-ı Rabbani] miskinleri doyurduğum zaman, Ehl-i beytin ruhlarına niyet ederdim. Yani Resulullah ile birlikte, Hazret-i Ali, Hazret-i Fatıma, Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin’in ruhlarına da gönderirdim. Bir gece rüyada, Fahr-i âlemi görüp selam verdim. Selamımı almadı ve mübarek yüzünü döndürüp (Ben yemeği Âişe’nin evinde yerdim. Bana yemek göndermek isteyenler, Âişe’nin evine gönderirlerdi) buyurdu. Bundan anladım ki, rüyada yüzünü çevirmesinin sebebi, yemek dağıtırken, niyette Hazret-i Âişe’yi ortak etmediğim içinmiş. Ondan sonra Hazret-i Âişe’yi de hatta zevce-i mutahharaların hepsini niyette ortak eyledim. Ehl-i beytin hepsini araya koyarak dua eder oldum. Çünkü, bunlar da, Ehl-i beyttendir. O halde Resulullaha Hazret-i Âişe-i Sıddıka yolu ile gelen eziyet, Hazret-i Ali yolundan gelen eziyet ve cefadan daha çoktur. Aklı ve insafı olan, bunu pek iyi bilir. Bu sözlerimiz, Hazret-i Ali ve Peygamber efendimizi sevenler ve sayanlar içindir. (Eshab-ı Kiram kitabı)
Hazret-i Âişe, Peygamber efendimizin hanımı olmakla ve müminlerin annesi olmakla şereflendi. Bir âyet-i kerime meali:
(Resulullahın zevceleri müminlerin anneleridir.) [Ahzab 6]

Resulullah ile akraba olmak şerefi çok büyüktür. İmanlı olan her akrabası muhakkak Cennetliktir. Çünkü hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Kızlarımı evlendireceğim kimselerle, evleneceğim kadınların Cennetlik olmasını Rabbimden istedim. Rabbim de kabul etti.) [Şirazi]

(Benimle evlenen veya kız alıp verdiklerim, Cehenneme girmez.)
[Deylemi, İ. Neccar]

kaynak: dinimizislam.com

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Hazret-i Fatıma-tüz-Zehra


Hazret-i Fatıma (radıyallahü teâlâ anha), Peygamber efendimizin, Hazret-i Hatice validemizden olan en küçük ve en sevgili kızıdır. Hazret-i Ali’nin zevcesi ve Hazret-i Ömer’in kayınvalidesidir.

Aklı, zekası, güzelliği, zühdü ve takvası pek fazla idi. Yüzü pek beyaz ve parlak olduğundan Zehra denildi. Zühd ve dünyadan kesilmekte en ileri olduğu için, Betül yani çok temiz demişlerdir. Betül, erkeklerden çekinen, ibadete düşkün, namuslu ve çok temiz kadın demektir.

Resulullah efendimizin vefatından sonra güldüğü hiç görülmedi. Altı ay daha yaşayıp Ramazan-ı şerifin üçüncü günü Medine-i münevverede vefat etti.

Peygamber efendimiz, Hazret-i Fatıma’yı çok severdi. Âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerle metholundu. Peygamber efendimiz onu 15 yaşındayken Allahü teâlânın emriyle, Hazret-i Ali ile evlendirdi.
Hazret-i Fatıma’nın kardeşlerinin çocuğu olmadı, olanı da küçük iken vefat etti. Resulullahın soyu, yalnız Fatıma validemizden hasıl oldu. Hazret-i Fatıma’nın; Hasan, Hüseyin, Muhsin adında üç oğlu ile Ümmi Gülsüm ve Zeyneb adında iki kızı oldu. Muhsin küçük yaşta vefat etti. Ümmi Gülsüm, Hazret-i Ömer ile evlendi.

Hazret-i Fatıma, ehl-i beytin gözbebeğidir. Peygamber efendimiz aleyhisselam buyurdu ki:
(Fatıma benden bir parçadır. Onu inciten beni incitmiş olur.) [Hakim]

(Hatice, dönemindeki kadınların en iyisidir. Meryem, dönemindeki kadınların en iyisidir. Fatıma, dönemindeki kadınların en iyisidir.)
[Taberani, Bezzar]

(Bir melek geldi. Hasan ve Hüseynin Cennet gençlerinin seyyidi, Fatıma’nın da Cennet kadınlarının seyyidesi olduğunu müjdeledi.)
[İ. Asakir]

(Fatıma, İmran kızı Meryem, Firavunun ailesi Âsiye ve Hüveylid kızı Hatice’den sonra bütün kadınların seyyidesidir.)
[İbni Ebi Şeybe]

(Fatıma, Cennet hatunlarının üstünü, Hasan ve Hüseyin de Cennet gençlerinin yüksekleridir.) [Tirmizi]

(Allahü teâlâ, Fatıma ve nesline Cehennemi haram kıldı.)
[Hakim, Taberani]

(Ya Fatıma, Allahü teâlâ senin gazabın için gazap eder, senin rızan için razı olur.)
[Hakim]

(Fatıma’yı Ali’den daha çok severim, Ali, bana, Fatıma’dan daha çok kıymetlidir.)
[Hakim]

(Kızım Fatıma’nın adı “Allah onu ve sevenlerini Cehennemden korur” manasındadır.)
[Deylemi]

Resulullaha, en çok kimi seviyorsun denilince, (Âişe’yi) buyurdu. Erkeklerden kimi diye sorulunca, (Âişe’nin babasını) buyurdu. (Buhari)

Hazret-i Âişe
’ye sordular ki, Resulullah kadınlardan en çok kimi severdi? Fatıma’yı severdi, dedi.
Erkeklerden en çok kimi severdi dediler. Fatıma’nın zevcini [Hazret-i Ali’yi] buyurdu.

Bundan anlaşılıyor ki, zevceleri arasında, Hazret-i Âişe’yi, çocukları arasında, Hazret-i Fatıma’yı, Ehl-i beyti arasında, Hazret-i Ali’yi, Eshabı arasında ise, Hazret-i Ebu Bekir’i en çok severdi .

Hazret-i Ali ile Hazret-i Fatıma’nın evlenmeleri
Fatıma-tüz-Zehra küçük yaşta iken, Hatice validemiz vefat etti. Resulullah efendimiz onu, büluğ çağına kadar kendi yanında bakıp, terbiye etti. Evlenme vakti geldiğinde, hatır-ı şeriflerine geldi ki, annesi hayatta olsa idi onun çeyizini hazırlardı.

Derhal Cebrail aleyhisselam gelip dedi ki:
(Ya Resulallah, Allahü teâlâ buyurur ki, Habibime selam söyle, hiç merak etmesin! Ben Fatıma’nın bütün ihtiyaçlarını karşılar ve elbiselerini Cennet elbiselerinden yapıp, yakında sadık ve muvahhid ve has kuluma veririm.) Resulullah Cebrail aleyhisselamdan bu müjdeyi işitince şükür secdesi yaptı.

Cebrail aleyhisselam ayrılıp bir süre sonra, üstü altın boğça ile örtülmüş elinde bir altın sini ile geri döndü. Tazim için bin Kerubiyan meleği de yanında. Arkasında Mikail aleyhisselam ve İsrafil aleyhisselam ve Azrail aleyhisselamın yine ellerinde altın boğça ile örtülmüş birer altın sini, biner melek ile gelmiş oldukları görüldü. Bu melekler, getirip sinileri Server-i kâinat hazretlerinin huzurlarına arz eylediler. Resulullah bunları görünce, (Ya kardeşim Cebrail! Allahü teâlânın emr-i şerifi nedir, bu siniler ile ne emreder?) buyurdu.

Cebrail aleyhisselam dedi ki:
(Ya Resulallah! Allahü teâlâ sana selam eder ve buyurur ki, ben Habibimin kızı Fatıma’yı Ali’ye verdim. Arş-ı Uzmada nikah ettim. Habibim de Eshab arasında nikah eylesin. Sinilerin birinde Cennet elbiseleri vardır. Diğer sinilerde Cennet yiyecekleri vardır. Eshabına ziyafet versin.) Resulullah bu müjdeyi işitince tekrar şükür secdesi yaptı. Sonra Cebrail aleyhisselama dedi ki:
(Ya kardeşim Cebrail! Dilerim ki, nikahın nasıl yapıldığını aynen açıklayasın.)

Cebrail aleyhisselam dedi ki:
(Ya Resulallah! Allahü teâlâ emretti ki, Cennet kapıları açılsın ve Cenneti süslesinler. Cehennem kapılarını da kapatsınlar. Yedi kat gökte ve yerde ne kadar Kerubiyan, mukarrabin ve ruhaniyyan var ise Arş-ı azimin gölgesinde Tuba ağacı altında toplansınlar. Allahü teâlânın emri yerine geldi. Yine Allahü teâlânın emriyle, melekler üzerine tatlı bir rüzgar esti ki, vasfı anlatılamaz. O tatlı rüzgar, Cennet ağaçlarının üzerine eser. Cennet ağaçlarının yapraklarının birbirine dokunması ile hoş bir seda hasıl olur ki, dinleyenlerin akılları başlarından gider. Ondan sonra gönül kuşlarına emreyledi ki nağmeye başladılar. Ya Habiballah! Allahü teâlâ buyurdu ki, ya Cebrail, sen aslanım Ali’nin vekili ol. Ben de Fatıma’nın vekili olayım. Ya Meleklerim siz de şahid olunuz. Fatıma’yı helalliğe Ali’ye verdim. Ya Cebrail, sen de vekaletin hasebiyle Ali için kabul eyle. Orada nikah oldu. Sana da emrolundu ki, burada da Sahabe-i güzini toplayıp, nikah yapasın.)

Resulullah bunun üzerine tekrar şükür secdesi yaptı. Eshab-ı kiramın toplanmasını emretti. Sonra Cebraile dedi ki:
(Ya Cebrail! Kızım Fatıma benim hatırımı kırmaz. Bu Cennet elbiselerini dünyada giymeye değmez. Geriye Cennete götürünüz!)
Sahabe-i kiram toplandı. Dörtyüz akçe ile nikah eylediler.

Durumu Hazret-i Fatıma’ya müjdelediler. Hazret-i Fatıma razı olmadı. Cebrail tekrar geldi. Ya Resulallah, Allahü teâlâ buyurdu ki; Fatıma dörtyüz akçe ile nikaha razı olmaz ise dörtbin akçe olsun. Bunu Fatıma’ya söylediler. Yine razı olmadı. Geri Cebrail gelip, dörtbin altın emrolundu dedi. Fatıma yine razı olmadı. Ya Resulallah! Allahü teâlâ bizzat Fatıma’ya varıp, muradı ne ise sormanı emretti.

Resulullah Fatıma’nın yanına varıp, muradını sorduğunda, Fatıma dedi ki:
Babacığım, muradım şudur ki, sen, mahşer meydanında müminlerin günahkârlarından nicelerine şefaat edip, Cennete koyarsın. Ben de onların hatunlarına şefaat edip, Cennete koyayım.

Resulullah çıkıp, Fatıma’nın muradını söyledi. Cebrail aleyhisselam oradan ayrıldı. Geri nüzul edip [inip] dedi ki:
Ya Resulallah! Allahü teâlâ Fatıma’nın muradını kabul edip, (O da ruzi cezada [mahşer meydanında, kıyamet gününde] şefaatcı olsun) buyurdu. Resulullah, Fatıma’ya, muradının kabul olup, şefaat edeceğini kendisine iletti.

Fatıma, babacığım dedi, senin şefaat edeceğine huccet [delil] kelam-ı kadimde ve Furkan-ı azimde âyet-i kerimelerdir. Ya bana delil nedir? Resulullah, ey ciğerparem, muradını arz edeyim buyurdu. Çıkıp, Cebrail aleyhisselama Fatıma’nın muradını söyledi. Cebrail aleyhisselam ayrılıp az sonra elinde bir beyaz ipekle geri döndü. Resulullahın huzurunda ak ipeği açıp, içinden bir kağıt çıkardı. (Yevm-i cezada [kıyamet gününde] mümin hatunların asilerine, kulum Fatıma’yı şefaatcı ettiğime bu hucceti yanında bulundursun.)
Resul-i ekrem o kağıdı geri ipeğe sarıp, Fatıma’ya getirdi. Fatıma hucceti gördü. Kabul edip, nikaha razı oldu. (M. Ç. Güzin)

Nübüvvet ağacının yemişi!
Resulullah efendimiz, Hazret-i Ali’ye buyurdu ki:
-Ya Ali, Allahü teâlâyı sever misin?-Evet ya Resulallah

-Beni sever misin?-Evet ya Resulallah

-Fatıma’yı sever misin?
-Evet ya Resulallah

-Hasan ve Hüseyini sever misin?
-Evet, ya Resulallah

-Ya Ali! Bu kadar muhabbeti bir gönüle nasıl sığdırırsın!

Hazret-i Ali sükut etti, eve geldi. Hazret-i Fatıma’ya olayı anlattı ve cevap veremediği için üzüldüğünü belirtti. Hazret-i Fatıma buyurdu ki; (Bunda üzülecek ne var! Allahü teâlâyı sevmek, imandan ve akıldandır. Muhammed aleyhisselamı sevmek imandandır. Beni sevmek şehvetindendir. Hasan ve Hüseyni sevmek tabiatındandır.) Hazret-i Ali hemen Resulullahın huzuruna gelip, bu cevabı söyledi. Resulullah buyurdu ki:
(Bu yemiş nübüvvet ağacının yemişidir!) [Yani, ya Ali, bu cevap senin değil, Fatıma’nın cevabıdır.] (M. Ç. Güzin)

Su ile iftar edip, su ile sahur yaptılar
Hazret-i Hasan ile Hüseyin çocukken hastalanmışlardı. Hazret-i Ali, Hazret-i Fatıma ve hizmetçileri Fidda, çocuklar iyi olunca, üç gün oruç tutmayı adamışlardı. Çocuklar iyileşince oruç tutmaya başladılar. Birinci gün iftar için hazırladıkları yemekleri, kapılarına gelen yetimlere vererek, su ile oruçlarını açıp, su ile sahur yapıp ikinci günü orucuna başladılar. Zira yetimlere verdiklerinden başka evde bir şey yoktu.

İkinci günü akşam iftar için hazırladıklarını, yine o saatte kapıya gelip, “Allah için bir şey verin!” diyen fakire verdiler. O gece de yine başka yiyecek olmadığı için, su ile oruçlarını açıp, su ile sahur yapıp üçüncü günü oruca başladılar.

O akşamda da kapılarına gelen esirleri boş çevirmemek için, hazırladıkları iftarlıklarını bunlara verdiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ, şu mealdeki âyeti gönderdi:
(Bunlar, adaklarını yerine getirdiler. Uzun ve sürekli olan kıyamet gününden korktukları için, çok sevdikleri ve canlarının istedikleri yemeklerini miskin, yetim ve esirlere verdiler. Biz bunları Allahü teâlânın rızası için yedirdik, sizden karşılık olarak bir teşekkür, bir şey beklemedik, bir şey istemeyiz dediler. Bunun için Cenab-ı Hak onlara şerâb-ı tahûr ihsan eyledi.) [İnsan 7-9-] (M. Ç. Güzin)
Bu Cennet yemeğidirHazret-i Osman, Resulullaha ve eshabına ziyafet vermişti. [Hazret-i Osman, Resulullah eve teşrif edene kadar adımlarını saymış, her adımı için bir köle azat etmişti.] Hazret-i Ali o ziyafetten çıkıp, eve geldi. Fatıma validemiz onu hüzünlü görüp, (Ya Ali, niçin hüzünlüsün?) diye sordu. Hazret-i Ali, (Eğer bizim de dünyalığımız olsa idi, Resulullahı evimize davet ederdik. Nitekim bugün Osman davet etti) dedi. Hazret-i Fatıma (Biz de davet edelim) deyince, (ya Habibullahın kerimesi! Ne ile ikram edersin. Hangi yemeği yedirirsin!) dedi. Hazret-i Fatıma, (O Habibullahtır. Ona Allahü teâlâ ikram eder ve yemek verir. Sen git sevgili babamı davet et) dedi.

Hazret-i Ali Resulullahın huzuruna varıp, ya Resulallah! Kerimeniz Fatıma sizi davet eder. Resulullah, (Ya Ali, yalnız beni mi, eshabımla beraber mi?) diye sordu. Hazret-i Ali, eshab-ı kiram da beraber buyursunlar dedi.

Eshab-ı kiram ile beraber kalkıp, Hazret-i Fatıma’nın evine geldiler. Hazret-i Fatıma, (Ya Rabbi, senin Habibin bugün miskin kulunun evine geldi. Sen onlara ikram eyle, nimetler ver. Ben fakir, onlara ikram etmeye ve nimet vermeye gücüm yetmez) diye dua etti.

Bir çömleği vardı. Ateş üzerine [ocağa] koydu. Allahü teâlâ kendi lütuf ve keremi ile o çömleği yemek ile doldurdu. Hazret-i Fatıma o yemeği Resulullahın huzur-u şeriflerine gönderdi. Resulullah ve eshab-ı güzin o yemekten yediler. Resulullah efendimiz buyurdu ki: (Bu yemek Cennet yemeğidir.)
Bunun üzerine Hazret-i Fatıma odaya girip secde etti ve (Ya Rabbi, benim kölem yoktur ki azat edeyim. Velakin dilerim ki, ümmet-i Muhammedin günahkârlarından bir miktarını, Cehennem ateşinden azat eyleyesin) diye dua etti.

Hemen Cebrail aleyhisselam geldi. Dedi ki, ya Resulallah! Fatıma, günahkâr ümmet için, münacât etti. Allahü teâlâ buyurdu ki:
(Habibime selam eyle ve de ki, Fatıma’nın evine gelenlerin her bir adımına yüz er ve yüz kadın Cehennem azabından azat eyledim.) [M. Ç. Güzin]
Hazret-i Âişe validemiz (radıyallahü teâlâ anha) anlatır:
Bir gün Fatıma geldi. Resulullahın yanına oturdu ve gizli konuştular. Fatıma çok ağladı. Kızının çok ağladığını gören Resulullah, bir daha gizli olarak bir şeyler söyledi. O zaman Fatıma güldü. Resulullah gidince, Fatıma’dan gizli konuştuklarının ne olduğunu sordum. “Resulullahın sırrını ifşa edemem” dedi. Resulullah ahirete intikal edince tekrar sordum. O zaman dedi ki, (İlk gizli konuşmamızda babam; “Cebrail aleyhisselam her sene bir kere Kur’an-ı kerimi benimle karşılıklı okurdu. Bu sene iki kere okudu. Bundan ecelimin yaklaştığı anlaşılır. Allahü teâlâdan sakın ve sabırlı ol!... Ben senin için güzel selefim” buyurdu. Onun için ağladım. Üzüldüğümü görünce, ikinci defa gizli konuşmamızda, (Ehl-i Beytimden bana en önce sen kavuşursun) buyurdu.

Resulullahın vefatından 6 ay sonra, Hazret-i Fatıma vefat etti. (radıyallahü teâlâ anha) (M. Ç. Güzin)

Her mümine şefaat vardır

Sual: Peygamberimizin kızına, (Ahirette sana gelecek azabı benim kurtarma yetkim yok) dediği bildiriliyor. Hazret-i Fâtıma Cennetlik değil midir?
CEVAPEvet, Cennetliktir. Resulullah efendimiz, (Allahümme yâ mukallibel kulûb, sebbit kalbî, ala dînik) duasını okuyunca, Eshab-ı kiram, (Ya Resulallah sen de, dönmekten korkuyor musun?) dediklerinde, (Mekr-i ilahiden kurtulmak için, kim bana teminat [güvence, garanti] verebilir ki?) buyurdu. (Levh-il-mahfuz ve Ümm-ül-kitab risalesi)

Bu dua, (Ey büyük Allahım! Kalbleri iyiden kötüye, kötüden iyiye çeviren, ancak sensin. Kalbimi, dininde sabit kıl, yani dininden döndürme, ayırma!) demektir. Kendisi için böyle buyurunca, hepsi Cennetlik olan Eshabı ve yakınları için de, aynı şeyi söylemesi normal değil mi? Bu hadis-i şerif, (Rabbimin lütfu olmadıkça, ben kendi yakınlarıma da şefaat edemem, ancak Rabbimin bana vereceği yetkiye dayanarak şefaat ederim) demektir. Bir âyet-i kerime meali:
(Allah’ın izni olmadan kim şefaat edebilir?) [Bekara 255]

Tek yetkilinin Allahü teâlâ olduğu bildiriliyor. Bir âyet-i kerime meali de şöyledir:
(Bütün şefaatler, Allah’ın iznine bağlıdır.) [Zümer 44]

Peygamber efendimiz, Allahü teâlâdan izin aldıktan sonra, yakınlarına ve imanı olan herkese şefaat edecektir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(İmanla ölen herkese şefaat edeceğim.) [Buhari, Müslim]

kaynak: dinimizislam.com

Kederden sevince Âdile Sultan

Âdile Sultan, Sultan İkinci Mahmud Han’ın kızı, Sultan Abdülmecid Han’ın da kız kardeşidir. Divan edebiyatı şairidir. 1825 yılında, İstanbul’da, Sultan 2. Mahmud ve Zernigar Sultan’ın kızı olarak dünyaya geldi... Babası Mahmud Han da şair bir padişahtı...

KAPTAN-I DERYA İLE EVLENDİ
Âdile Sultan sarayda çok iyi bir eğitim görmüş, daha sonra da Kaptan-ı Derya Mehmet Ali Paşa ile evlenmiştir. Mehmet Ali Paşa daha sonra sadrazam olacak, ama çiftin bu mutluluğu fazla uzun sürmeyecektir. Önce üç çocuklarını kaybederler, daha sonra Mehmet Ali Paşa ölür, son olarak da genç kızı Hayriye Sultan vefat eder...
Ölümlerle sarsılan Âdile Sultan büyük bir kedere gömülür. İşte böyle bir zamanda karşısına, o devrin meşhur evliyasından Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi hazretleri çıkar. Ona gönülden bağlanır ve talebe olur. Tam manasıyla kendini ibadete verir, başına gelenlerin, Allahü tealanın takdiri olduğunu kabul eder ve ona teslim olur. (Gümüşhanevi hazretleri, büyük veli Abdülfettah Akri hazretlerinin, o da Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin talebesidir.)
Âdile Sultan 1898’de yetmiş üç yaşında vefat etti. Bu süre zarfında, İkinci Mahmud, Abdülmecid, Abdülaziz, Beşinci Murad ve İkinci Abdülhamid’in saltanatını gördü. Başta babası olmak üzere kardeşleri ve yeğenleri tarafından sevilen ve devlet işlerine karışmayan Adile Sultan, aynı zamanda Osmanlı hanedanına mensup divan sahibi tek kadın şairdir. Türbesi İstanbul Eyüp’te, Bostan İskelesi yakınındadır.

SON GÜNLERDE SÖYLEDİĞİ ŞİİR
Âdile Sultan, vefatından biraz önce, içindeki ilahi aşkı anlatan şu şiiri söylemiştir:

“Aşkta kanun imiş âşıklara cevr eylemek/Âşık oldur kim cefâ-yı yâre sabretmek gerek/Aşk nâz ü şîve evvel gösterir âşıklara /Âşık ol demde ona cânı fedâ etmek gerek/Âşıkın ancak murâdı dostunun maksûdudur/Çekse de bin derd ü mihnet hep sebât etmek gerek/Arzû-yı dü-cihândan geçmedir aşka nişân/Terk-i cân edip reh-i cânâna azm etmek gerek/Âftâb-âsâ bilip her zerresin nûr-ı safâ/Her belâ dosttan gelir kim merhabâ etmek gerek/Havf-ı a’dâ eylemez olan müsellah aşk ile/Yanmadan Hakka erilmez pertev-i tevhîd gerek/Nefsle cehd et tecellî eylesin aşk-ı Hüdâ/Beyt-i kalbi Âdile ma’mûr ü pâk etmek gerek...”


kaynak: 18 Ekim 2008 Cumartesi Türkiye Gazetesi / Vehbi Tülek/ Meşhurların son sözleri /

Cezûlî ve saliha hanımı -1-

Muhammed Cezûlî hazretleri, Fas’ta yetişen velî ve hadîs âlimlerindendir. Hazreti Hasan’ın soyundandır, yani “şerîf”tir. 1465 (H.870) senesinde şehîd edildi. Fugal bölgesinde yaptırdığı câminin bahçesine defnedildi. Seneler sonra Merrâkeş’teki türbeye nakledildi...

“SALEVÂT-I ŞERİFE OKUMAKLA”
Muhammed Cezûlî hazretleri, bir gün bir kuyu başına abdest almak için uğradı. Kuyunun yanında su çekmek için kova ve ip yoktu. Ne yapacağını şaşırmıştı. Bir kız, onun bu hâlini yüksekçe bir yerden gördü ve ona şöyle dedi:
“Sen kimsin ve niye şaşırdın?” Muhammed Cezûlî kendisini tanıttı ve hâlini bildirdi. Kız gelip kuyuya seslendi. Allahü teâlânın izni ile su, kuyudan taşıp dışarıya akmaya başladı. Muhammed Cezûlî abdest aldıktan sonra kıza;
“Sen bu kerâmete hangi amelin sebebi ile nâil oldun?” dedi. Kız da;
“Resûl-i ekreme salevât-ı şerîfeyi çok getirmekle ve salevât okumaya devâm ederek kavuştum” diye cevap verdi. Muhammed Cezûlî, bu duruma hayret ederek;
“Acabâ hangi salevât-ı şerîfeyi okumaya devâm etsem?” diye düşünmeye başladı... O gece, bu düşünceden dolayı uyuyamadı. Bu düşünce içerisinde yatarken, hanımı yatağından kalktı. En güzel elbisesini giyip, evden dışarı çıktı. Bunu görünce, hanımının bu saatte nereye gittiğini merak ederek arkasından o da dışarı çıktı ve onun deniz kıyısına doğru gittiğini gördü. Önünde ve ardında birer arslan ona bekçilik ediyordu. Hanımı kıyıya varınca deniz üzerinde yürümeye devâm etti, sonunda küçük bir adaya ulaştı. Orada abdest alıp, namaz kılmaya başladı. İbâdetten sonra, yine su üzerinde yürüyerek kıyıya geldi...

“İZİN OLURSA CEVAP VERİRİM!”

Muhammed Cezûlî daha önce eve gelip, uyuyor gibi göründü. Hanımı, eve gelip elbiselerini değiştirip, yattı. “Hanım bunu her gece mi yapıyor?” diye düşünerek, üç gece onu gözetledi. Hanımının her gece böyle yaptığını gördü. Üçüncü gecenin sabahında, bu durumu hanımına sordu. Hanımı ona;
“Siz, bu işe şimdi mi vâkıf oldunuz? Uzun senelerdir ben böyle yapıyorum” dedi. Bunun üzerine Muhammed Cezûlî;
“Acabâ, bu kerâmete ne sebeple kavuştunuz?” diye sorunca, hanımı;
“Resûl-i ekreme salevât-ı şerîfe okumayı hiç bırakmadım. Nîmete bu yüzden kavuştum” dedi. Muhammed Cezûlî;
“Devâm ettiğiniz bu salevât-ı şerîfe hangisidir?” diye suâl etti. Hanımı cevap vermedi. Isrâr edince;
“Bu gece istihâre edeyim, izin olursa, cevap veririm” dedi. Bakalım izin verilecek mi? O da yarına... 


kaynak: 03 Eylül 2010 Cuma Türkiye Gazetesi / Vehbi Tülek/ Meşhurların son sözleri /

Fâtıma-i Nişâbûriyye

Fâtıma-i Nişâbûriyye, meşhur hanım velîlerdendir. Horasan’da, Nişâbur’da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 837 (H.223) senesi Mekke-i mükerremede vefât etti...

MEKKE-İ MÜKERREMEDE YAŞADI

Fâtıma-i Nişâbûriyye Mekke-i mükerremede ikâmet etti. Evliyânın büyüklerinden Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin medh ve iltifâtlarına kavuştu. Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri onun hakkında şöyle buyurdu:

“Ömrümde velî bir hâtun tanıdım. O da Fâtıma-i Nişâbûriyye’dir. Kendisine herhangi bir konuda haber vermek istesem, ona açıkça belli olur ve o şeyi kendisi bana bildirirdi.”

Zünnûn-i Mısrî hazretleri de kendisini bilir ve çok hürmet ederdi. Ona birçok meselelerde suâl sormuş, danışmıştır. Zünnûn-i Mısrî hazretleri onun hakkında;

“Mekke-i mükerremede yaşlı bir hâtun vardır. Adı Fâtıma-i Nişâbûriyye’dir. Bu velîyye hanım, Kur’ân-ı kerîmin mânâ ve esrârı ile inceliklerinden öyle şeyler söylerdi ki, bana hayret verirdi” buyurdu.

Fâtıma-i Nişâbûriyye hikmetli sözler söyledi ve nasîhatlerde bulundu. Kendisine;
“Nasıl zikir yapıp Rabbimizi analım?” dediler. O;
“Allahü teâlâyı zikrettiğin, andığın zaman, Allahü teâlânın seni gördüğünü düşün ve zikre devâm et” cevabını verdi.
“İhlâs sâhibi kime denir?” dedikleri zaman da;
“Kim, Allahü teâlâyı düşünerek amel ve ibâdet yaparsa, o kimse ihlâs sâhibidir” buyurdu.

“BANA NASÎHAT EDER MİSİN?”

Fâtıma-i Nişâbûriyye bir ara Kudüs’e Beyt-i Makdise gelmişti. Zünnûn-i Mısrî hazretleri ona;
“Bana nasîhat eder misin ey velî hâtun!” dedi. O da;
“Doğruluğa sarıl. İşlerinde nefsinle mücâdele et” buyurdu.

Kendisinden sıdk ve takvâ sâhiplerinin halleri soruldu. O zaman;
“Sıdk ve takvâ sâhipleri bu zamanda bir deryâ içindedirler. O deryânın dalgaları onlara çarpmaktadır. O deryâ içinde boğulmuşçasına Allahü teâlâya duâ ve feryâd ederler. Kâdir-i mutlak olan Hak teâlâdan saâdet, necât ve kurtuluş taleb ederler” buyurdu.

Fâtıma-i Nişâbûriyye hazretleri vefat etmeden evvel buyurdu ki:
“Dünyâda üç çeşit insan vardır:
1) Her zaman dünyâyı sevip ona tapanlar. 2) Dünyâyı kendilerine düşman bilip onu terk edenler. 3) Dünyâyı ne dost, ne de düşman bilmeyip, orta yol tutanlar. Bunlar, diğer iki sınıftan daha iyidirler.”


kaynak:
31 Ağustos 2010 Salı Türkiye Gazetesi / Vehbi Tülek/ Meşhurların son sözleri /

Rabia-i Adviyye hazretleri - video

Destîna Hâtun


Destîna Hâtun, Konya’da yetişen evliyâ hanımlardandır. Mevleviye tarîkatının büyüklerinden. On yedinci yüzyılda yaşadı. Babası, Mevleviye tarîkatının ileri gelenlerinden Şeyh Muhammed’dir. Doğum târihi belli değildir...

MESNEVÎ’Yİ ÇOK OKURDU...
Destîna Hâtun Babasından; tefsîr, hadîs ve medreselerde okutulan bütün ilimleri öğrendi ve Mesnevî’yi incelikleri ile okudu. Dünyâ süsüne ve lezzetlerine kıymet vermezdi. Zamânının büyük bir kısmını, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin türbesinde sâlihâ hanımlar için yapılan bölümde ibâdet, zikir ve murâkabe ile geçirirdi. Hanımlara sohbet eder, Mesnevi okurdu. Mesnevi’den anlattıklarından bazıları:

*Kim seviyorsa, bil ki seviliyordur.
*Her ağlamanın sonu gülmektir.
*Akarsu neredeyse orası yeşerir. Gözyaşı varsa rahmet gelecektir.
*Gam görünce istiğfar et. Çünkü gam Yaratıcı’nın emri ile tesir eder. Allah dilerse bizzat gam ve sıkıntı sana neşe bile olabilir.
* Fakirlik korkusu insanları hırs ve emele lokma yapmıştır. Ayaklarının altına al ki yüzüp gidesin.
*Âlem cesettir. İlim can.
*İçi kötü olanın aybını deri örter. İçi iyi olanın aybını gayb âlemi örter.
*Kalemin su, kağıdın rüzgâr ise ne yazarsan yaz kıymeti yoktur.
*Manâsız söz; suya yazılan yazıdır.
*Kaza gelince bilgi ve tedbir uykuya yatar.
*Zalimin zulmü karanlık kuyudur. Sonunda içinde boğulur.
*İnsanlardan gördüğün zulümler senin huyundur. Sen kendi huyunu onların aynasında seyredersin.
*Ey gam ateşine dalan! Ateşe azar azar nur serp de nur olsun.
*Dünya; dedikodu, tartışma ve bahis kuyusudur. Bu kuyuya düşersen sağlam çıkamazsın.
*Üstünlükler ve durumların değişmesini Hak’tan bil.
*Ok gibi doğru olursan, hiçbir yay seni tutamaz. Hakça ol ki, nefis yayından hakikâte fırla.
*Halk arasında meşhur olmak, sırlara ermeye engeldir. Şöhretten kurtulmaya bak.
*Kâmil insan toprak tutsa altın olur, eksik insan altın tutsa toprak olur.
*Ağızdan bir kere çıkan söz; yaydan çıkan ok gibidir.

“YAKINDA ONA KURBAN OLURUZ”

Destîna Hâtun’un bedeni zayıf idi. Bir kerre yanına gelenler bir tek post üzerine oturduğunu ve üzerinde eski bir elbise olduğunu gördüler. “Bedeninizi rahat tutacak birkaç elbise ile birkaç yaygı alsak” dediklerinde; “Biz postu, Allahü teâlânın yolunda ayağımızın altına koyduk. Üstelik bu, Allah yolunda kurban olan koyunun postudur. Biz de yakında ona kurban oluruz” buyurdu ve kısa bir zaman sonra da vefat etti...

kaynak: 14 Ağustos 2010 Cumartesi Türkiye Gazetesi / Vehbi Tülek/ Meşhurların son sözleri /



27 Mayıs 2011 Cuma

Mel’un Şimir’in saliha hanımı

Muharrem ayının onuncu günü (Miladi 680 Hicri 61 senesi) hazret-i Hüseyin, yetmiş kişi ile Kerbelâ’da şehîd edildi. Şimir (Şemmer) isimli bir mel’un onu kılıçla şehid ettikten sonra mübarek başını kesti...
Vâkıdî “rahmetullahi aleyh” şöyle bildirmiştir:

“HİÇ ALLAH’TAN KORKMADIN MI?”
Mel’ûn Şimir, hazret-i Hüseyin’in “radıyallahü anh” mübârek başını kestikten sonra, bir torbaya koyup evine getirdi. Hanımı, gece dışarı çıktığında, oradan bir nûrun göklere yükseldiğini gördü. Yanına yaklaşınca bir ses işitti. Hemen kocası Şimir‘in yanına gidip, durumu anlattı ve “onun altında ne vardır?” diye sordu. Şimir, “Bir hâricînin başıdır. Yezîd’e götürüyorum, bana çok mâl verir” dedi. Hanımı, “Adı nedir?” diye sordu. “Hüseyin bin Alî’dir” deyince, kadıncağız bir çığlık attı ve bayılıp düştü... Kendine geldiğinde, kocasına, “Hiç Allah’tan korkmadın mı? Âlemlerin seyyidinin göz nûrunun başını nasıl kestin!” dedi. Sonra ağlayarak, Şimir’in yanından çıktı...
Şimir uyuyunca, hazret-i Hüseyin’in mübârek başını alıp öptü ve odasına götürdü... Gece ilerleyince, kadını uyku bastırıp, uyudu. Rü’yâsında evinin yarıldığını ve her tarafı bir nûrun kapladığını gördü. Bir beyâz bulut içinde iki kadın geldi. Hazret-i Hüseyin’in başını alıp ağlaştılar. “Bu iki kadın, hazret-i Hadîce ve hazret-i Fâtımadır” “radıyallahü anhümâ” dediler. Sonra yüzü ay gibi parlayan bir kimse geldi. “Bu, Muhammed aleyhisselâmdır” dediler. Sağ tarafında hazret-i Hamza, Ca’fer-i Tayyâr ve diğer Eshâb-ı kirâm vardı. Ağlaştılar...

“ARTIK SENİNLE YAŞAYAMAM!”
Hazret-i Hadîce ve hazret-i Fâtıma, Şimir’in hanımının yanına gelip, “Senin bizim üzerimizde hakkın çoktur. Ne istersin?” dediler. “Cennette sizinle birlikte olayım” dedi. “Seni bekliyoruz” dediler...
Sabâhleyin kocası Şimir gelip, hazret-i Hüseyin’in mübârek başını istedi. Hanımı vermedi. “Artık seninle yaşayamam, beni boşa!” dedi. Şimir de boşadı. Fakat mübârek başı yine vermedi. “Ölürüm de yine vermem” dedi. Şimir kadını öldürdü ve hazret-i Hüseyin’in mübârek başını aldı...
Büyük âlim ve velî Abdülvehhâb-ı Şa’rânî hazretleri diyor ki:
“Hazret-i Hüseyin’in mübârek başı Şâm’dan Medîne’ye getirildi. Medîne vâlîsinin emri ile, mübârek başı kefenlenip Bakî’ Kabristânında, Fâtıma-tüzzehrâ hazretlerinin mübârek kabri yanına defnolundu.” Allahü teala şefaatine nail eylesin. Amin. 



kaynak: 07 Ocak 2009 Çarşamba Türkiye Gazetesi / Vehbi Tülek/ Meşhurların son sözleri /

Zulmetten nûra... Bir Acem Kraliçesi

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), oğlu Abdullah (radıyallahü anh) kumandasında bazı Acem (İran) kalelerini fethetmek üzere 4000 kişilik bir atlı ordu göndermişti. Abdullah ibn-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle anlatıyor:

“KALENİN DIŞINI BİZE, İÇİNİ O’NA!”

Acem diyarında bir kaleyi zorlukla kuşattık. Kaleye silahlarımız ulaşmıyordu. Kalenin komutanı çok güzel bir kadındı. Bu kadın bulunduğu yerden bir gün cengi seyrederken, Arap gençlerinden yakışıklı bir genç gördü ve o âşık oldu. Kraliçe o delikanlıya hemen bir elçi gönderdi. Elçi o gence dedi ki:
-Kraliçe soruyor. Sen benim, ben de senin olabilmem için sana bir yol bulabilir miyim?
O delikanlı elçiyle şöyle haber yolladı:
-Evet! Bunun için iki şart var, kalenin dışını bize teslim edeceksiniz, içini de O’na!
Kraliçe elçiyi tekrar gönderdi. Elçi;
-Kalenin dışının teslimini anladık. Fakat içinin teslimini anlayamadık, diye sordurdu. O, delikanlı cevaben;
-Kalbini Allahü teâlâya teslim edip O’nun vahdaniyyetini tasdik edeceksin, dedi.
Haber, Kraliçe’ye ulaşınca son derece heyecanlandı ve etkilendi. Derhal bir topluluk göndererek delikanlıya bildirdi ki;
-Askerlerini kaleye yerleştir. Ben sana kapıları açtım.
Askerler kaleye girdi. O genç, Kraliçenin huzuruna çıktı ve İslam’a davet etti. Bunun üzerine Kraliçe dedi ki:
-Sen de takdir edersin ki ben yüksek himmet sahibi bir Kraliçeyim. Senin askerlerinin içinde senden yüksek, daha rütbeli kimse var mıdır? Onun önünde Müslüman olmak istiyorum, dedi...

RESULULLAHIN HUZURUNDA...
Kraliçeyi önce Abdullah İbni Ömer’in, sonra Emir’el Mü’minin Ömer İbni Hattab’ın huzuruna götürdüler. Kraliçe, Hazret-i Ömer’e:
-Ey mü’minlerin Emiri! Burada senden daha büyük biri var mıdır? dedi. Hazret-i Ömer de:
-Evet! Allah’ın Resulü Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) vardır, dedi. Ve Ravda-i Mutahharayı işaret ederek “Kabri Şerifi burasıdır” deyince Kraliçe, Resulullah Efendimizin manevi huzurunda Kelime-i şehadeti getirerek Müslüman oldu ve sonra gözyaşları içerisinde:
“Zulmetten çıkıp nûra girdim. İmanımı isyanların kirletmesinden korkuyorum. Seni bize Hak Peygamber olarak gönderen Rabbinden iste de, bir daha O’na asi olmadan tertemiz bir şekilde benim ruhumu kabzetsin” diye dua etti ve hemen oracıkta vefat etti... 


kaynak: 30 Nisan 2009 Perşembe Türkiye Gazetesi / Vehbi Tülek/ Meşhurların son sözleri /

“Hala Sultan” Ümmü Hırâm

Ümmü Hırâm (radıyallahü anha) Ensârın (Medîneli Müslümanların) büyüklerinden olan Enes bin Mâlik’in (radıyallahü anh) teyzesidir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin de teyzeleri tarafından akrabâsı olup süt teyzesidir. 647 (H. 28) senesinde Kıbrıs’ta şehid oldu...

RESÛLULLAHA HİZMETLE ŞEREFLENDİ

Ümmü Hırâm, İslâmiyetten önce Amr bin Kays ile evlendi. Ondan Kays ve Abdullah adlı iki oğlu oldu. Peygamber efendimiz, İslâmiyeti tebliğe başlayınca Müslüman oldu. Kocası îmân etmeyince ayrıldılar. Daha sonra Ensar’ın büyüklerinden olan Ubâde bin Sâmit ile evlendi. Nikâhlarını Peygamber efendimiz kıydı. Bu evlilikten de Muhammed adında bir oğlu oldu. Medîne-i münevveredeki evini Resûlullah efendimiz ziyâret eder, o ise Resûlullah efendimize ikrâmda bulunup, hizmet etmekle şereflenirdi...
Peygamber efendimiz bir ziyâreti esnâsında evinde uyumuştu. Gülerek uyandı. Ümmü Hırâm; “Yâ Resûllallah! Niçin güldünüz?” diye sorunca Peygamber efendimiz; “Yâ Ümmü Hırâm! Ümmetimden bir kısmını gemilere binip, kâfirlerle gâzaya gider gördüm” buyurdular. “Yâ Resûlallah! Duâ et de ben de onlardan olayım” dedi. Peygamber efendimiz; “Yâ Rabbî! Bunu da onlardan eyle” diye duâ buyurdular...
Hazret-i Osman zamânında hazret-i Muâviye’nin emrinde Kıbrıs Adasına düzenlenen deniz seferine kocası Ubâde bin Sâmit’le birlikte gönüllü olarak katılan Ümmü Hırâm seksen altı yaşında olmasına rağmen bu zahmetli yolculuğa katlanarak Kıbrıs Adasına geçti. Şiddetli çarpışmalar oldu. Kıbrıs Rum donanması İstanbul’a kaçtı. Rum donanması kaçınca çarpışmalar sâhilde devâm etmeye başladı. İslâm askeri bir çıkarma hareketiyle iç kısımlara daldılar...

“MÜJDEYE KAVUŞMAK ÜZEREYİZ”
Askerlerle birlikte savaşa katılan Ümmü Hırâm genç askerleri gayrete getirmeye çalıştı. “Resulullah efendimizin müjdesine kavuşmama az kaldı” diyerek düşman üzerine atını sürüyordu. Ümmü Hırâm, Larnaka yakınlarında atının ayağının sürçmesiyle düşerek şehid oldu. İslâm ordusu da zafere ulaştı...
Ümmü Hirâm’ın kabri Larnaka şehrinin Tuz Gölü kıyısındadır. Osmanlılar Kıbrıs Adasını 1570 (H. 978) senesinde fethedince, Ümmü Hırâm’ın kabrini îmâr ettiler. “Hala Sultan” adını verip kabri üzerine bir türbe, yanına bir dergâh ve câmi yaptırdılar... 


kaynak: 06 Temmuz 2009 Pazartesi Türkiye Gazetesi / Vehbi Tülek/ Meşhurların son sözleri /

Hanım sahâbî Ümmü Zer

Ümmü Zer Gıfariyye (radıyallahü anhâ) Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Ebû Zer-i Gıfari hazretlerinin hanımıdır. Sâde bir hayat sürmüşler, zühd ve takvâ çizgisinde bir ömür geçirmişlerdir...

TEREDDÜTSÜZ İMAN ETTİ...
Bir gün Mekke’de putları inkâr eden, insanları Allah’a dâvet eden son Peygamberin çıktığına dair haberler aldılar. Bu sevindirici haberi araştırmak üzere Ebû Zer, kardeşi Uneys’i Mekke’ye gönderdi. Yeni din ve son Peygamber hakkında bilgi edinerek dönmesini istedi. Memleketine dönen kardeşinin getirdiği bilgilerle gönlü tatmin olmayan Ebû Zer, kendisi Mekke’ye gitti. Peygamber efendimizle buluştu ve İslâm’la şereflendi. Bir müddet Mekke’de kalıp İslâm’ı öğrendikten sonra tebliğ etmek üzere kabîlesine döndü. İlk olarak hanımı Ümmü Zer’i İslâm’a davet etti. O da tereddütsüz hemen kabul etti. Kelime-i şehâdet getirerek. İslâm’la şereflendi.
Resûlullah efendimizden ayrı kalmaya dayanamıyorlardı. Hasret ve muhabbeti artık onları durduramadı. Hicret edip, efendimizin huzurunda yaşamak istediler. Hendek Savaşından sonra Medine-i Münevvere’ye hicret ettiler. İki Cihan Güneşi Efendimizin beldesinde yaşamaya başladılar. Mescidinden ayrılmadılar...
Ebû Zer hazretleri, mescidde Efendimizden duyduğu yeni bilgileri hanımı Ümmü Zer’e aktarıyordu. Ümmü Zer de bir hanım sahâbî olarak beyinden çok faydalı ilim öğrendi. Birçok hadis-i şerif nakletti...

MEDİNE’DEN ŞAM’A...
Bu iki Hak âşığı, Resûl-i Ekrem efendimizin dâr-ı bekâ’ya irtihallerinin ardından Medine’den ayrılıp Şam’a doğru yolculuğa çıktılar. Meşakkati ve sıkıntıyı tercih ettiler. Bu arada üç çocuklarını kaybettiler... Şam’da insanların, sünneti seniyye çizgisinden uzaklaştıklarını görünce onları uyarmak üzere Ebû Zer erkeklere, Ümmü Zer de hanımlara çok nasîhat ettiler. Ancak, zühd ve takva üzere yaşayanlar azaldıkça tekrar Medine-i Münevvere’ye döndüler. Fakat bu sefer de Resûlullah efendimizi görememenin hasretine dayanamadıkları için tekrar Medine’den ayrılmak istediler. Hazreti Osman onlara Rebeze’ye gidip yerleşmelerini tavsiye etti. Orada yalnızlık içerisinde iken Ebû Zer vefat eyledi. Ümmü Zer ise tekrar Medine-i Münevvere’ye döndü. Çok geçmeden o da vefât etti. Vefat ederken şunları söyledi:
“Resulullah efendimizden işittim. Buyurdu ki: ‘Ben ve yetimi gözeten, cennette şöylece (iki parmağını birleştirdi) beraberiz.’ Yetim hakkına çok dikkat ediniz.” 


kaynak: 15 Temmuz 2009 Çarşamba Türkiye Gazetesi / Vehbi Tülek/ Meşhurların son sözleri /

Dört şehîd anası Hazreti Hansâ

Hansâ (radıyallahu anhâ), cesaret ve kahramanlığıyla ün salmış bir hanım sahâbîdir. Arap edebiyatında kadın şâirlerin en önde geleni kabul edilir. Savaşlardaki, yiğitlik, kahramanlık sahnelerini kadın hissiyatı içinde sâde bir dille anlatmıştır. O, İslâm’ın ortaya çıktığı ilk dönemlerde çocuklarıyla birlikte Müslüman oldu. Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi vesellem) efendimiz onun şiilerini beğenirdi...

“ŞEREFİNİZE LEKE DÜŞÜRMEDİM!”
Bu mübarek kadının dört oğlu vardı. Bu dört mücâhid genç, anneleriyle birlikte Hazreti Ömer’in halifeliği döneminde “Kadsiye Savaşı” için hazırlanan orduya gönüllü olarak katıldılar. Hazreti Hansâ bir akşam üstü çocuklarını yanına topladı. Dört oğlunu bir anne şefkati nazarıyla süzdükten sonra onlara yüce hedeflere ulaşma konusunda nasihatler yaptı:

“Yavrularım! Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’a yemin ederim ki, siz hep bir annenin oğlu bir babanın çocuklarısınız. Ben sizin babanızın namusunu korudum; ona ihanet etmedim. Dayınızı da mahcup edecek bir ahlâksızlıkta bulunmadım. Şerefinize leke düşürmedim. Soyunuzu değiştirip bozmadım... Sizler, Allah yolunda savaşan mücâhidlere Rabbinizin hazırladığı sevabı biliyorsunuz. Yarın inşallah sağ salim sabaha erişirseniz, basîretli bir şekilde, sabır ve sebatla düşmana saldırın. Bu konuda düşmana karşı sadece Allah’tan yardım isteyin. Harp kızıştığında düşmanın can alıcı yerine kadar gidin. Onların kumandanı ile çarpışın...”

Dört kardeş bir ağızdan “Allaha yemin olsun ki bu söylediklerini yerine getireceğiz” dediler. Sevgili annelerinin gösterdiği hedefe ulaşmak için dört kardeş sabahı zor etti...

CENNETTE EVLATLARINA KAVUŞTU...
Sabah olduğunda yerlerinde duramayan Hazreti Hansâ’nın oğulları arslanlar gibi savaş meydanına atıldılar. Büyük kahramanlıklar sergilediler. Sonunda özlemini çektikleri şehidlik mertebesine eriştiler. Bedenleri savaş meydanında kaldı. Ruhları Cennet-i âlâya uçtu.
Hazreti Hansâ dört evladının şehâdet haberini sanki bir müjde gibi karşıladı. Allah’a hamdedip sevincini şu duâ ve niyaz ifadeleriyle açığa vurdu:

“Onların şehadetiyle beni şereflendiren Allah’a hamdolsun. Yüce Rabbim beni onlarla beraber rahmetinin gölgesinde birleştirsin.”
Hazreti Hansâ, bundan sonra uzun yaşamadı. Kısa bir zaman sonra o da cennette evlatlarına kavuştu... 



kaynak: 30 Ağustos 2009 Pazar Türkiye Gazetesi / Vehbi Tülek/ Meşhurların son sözleri /

Hazreti Safiyye (radıyallahü anha)

Safiyye binti Hüvey, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin hanımlarındandır. Hayber’in fethinde Müslüman olarak Peygamber efendimizin hanımı olmakla şereflendi. Medine’de h. 50 (m. 671) senesinde altmış yaşında vefât etti...

HAYBER’DE ESİR EDİLDİ...
Safiyye, Hayber’de, neslinin üstünlüğü, güzelliği ve iyi ahlâkı ile herkesçe beğenilirdi. Hayber’de ilk önce meşhûr bir şâir ve kumandan olan Yahudi Sellâm bin Mişkem ile nişanlandı. Bundan ayrılarak, Hayber’in en meşhûr kalesi Şemmus Kalesi’nin kumandanı çok zengin Kinâne bin Hakîk ile evlendi. Kinâne ile evliyken rüyasında; Ay’ın onun odasına düştüğünü görmüştü. Bu rüyasını kocasına anlatınca; Kinâne; “Sen ancak Hicaz’ın Meliki Muhammed’i istiyorsun” deyip, yüzüne bir tokat attı. Gözü morardı. Müslümanlar Hayber’i h. 7 (m. 629) senesinde fethetti. Safiyye’nin babası ve kocası öldürülüp, kendisi de esir edildi. Esirler bölüşülünce Safiyye de Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) hissesine düştü. Peygamber efendimiz Safiyye’yi azâd etti. İmân edince, Resûlullah’ın nikâhıyla şereflendi. Ümmülmü’minîn yani (Müslümanların annesi) oldu...
Hazreti Safiyye, İslâmiyetle şereflenince çok samimi bir mümine oldu. Vaktini ibâdet ve zikir ile geçirirdi. Ziynet eşyası fazla olduğundan bunu Peygamber efendimizin hanımları arasında paylaştırdı. Çok hayırsever olup, daima fedakârlıklarda bulunurdu. Peygamber efendimize karşı çok büyük muhabbeti vardı. Peygamber efendimizin hastalığında bütün hanımları görmeye gelirlerdi. Hazreti Safiyye de geldiğinde; “Yâ Nebîyyallah! Keşke sizin bütün ağrılarınızı, acılarınızı ben çekseydim” derdi.

“VASİYETİ YERİNE GETİRİNİZ!”

Safiyye validemiz (radıyallahü anha) çok büyük üstün faziletlerinin yanında ilim hazinesiydi. Yanına çok kimseler gelip, kendisine mesele danışırlardı. Hac mevsiminde taşralı kadınlar gelip, kendisine ilmî meseleler sorup, öğrenirlerdi...
Çok cömertti. Eline geçenleri dağıtırdı. Vefâtında bir evi kalmıştı. Vefat edeceği zaman yanındakilere, “Emlâkının üçte birini yeğenine, kalanı da fakirlere sadaka olarak tasadduku” vasiyet etti. Vârisleri başka dinden olduğundan vefâtından sonra vasiyetinde mesele çıktı. Yeğeni Mûseviydi. Bu husus Hazreti Âişe’ye suâl edildi. O da; “Ey Halk! Allah’tan korkunuz. Safiyye’nin vasiyetini yerine getiriniz” buyurunca, mesele halloldu... 


kaynak: 19 Ağustos 2009 Çarşamba Türkiye Gazetesi / Vehbi Tülek/ Meşhurların son sözleri /

Ümmü Gülsüm (radıyallahü anhâ)

Resûlullah efendimizin kızı Ümmü Gülsüm (radıyallahü anhâ) Risaletten önce doğdu. Ablası Rukayye ile ikiz gibiydiler. Cahiliye döneminde Ebû Leheb’in oğlu Uteybe ile nikahlanmıştı. Allahü teâlâ “Tebbet” sûresini nâzil buyurunca; Ebû Leheb oğullarına baskı yaptı ve “O’nun kızlarını boşayın!” dedi. Onlar da babalarının sözünü tuttu. Böylece habîbinin gülleri iman ve insanlıktan nasibi olmayan müşrik ellerden kurtulmuş oldu...

“İKİ NUR SAHİBİ”
Kısa bir zaman sonra Rukayye (radıyallahü anhâ), Hazreti Osman ile evlendi. Ancak Bedir Zaferinin müjdeli haberleri Medine’ye ulaştığı sıralarda hazreti Rukayye ruhunu teslim etti...

Hazreti Osman yine bir gün üzüntülü ve ağlamaklı bir halde Resûl-i Ekrem efendimizin huzuruna vardı. Elem ve kederini yüzünden okuyan Fahr-i Kâinat efendimiz onun hal ve hatırını sordu ve; “Ey Osman! Neden bu kadar üzüntülüsün?” buyurdu. O da; “Yâ Rasûlallah! Ben üzülmeyeyim de kim üzülsün? Kızınızın vefatıyla yalnız kaldım. Daha da mühimi sizinle olan hısımlık bağım koptu” dedi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz; “Ey Osman! Allahü teâlâ Ümmü Gülsüm’ü de sana nikâhlamamı emretti” buyurdu. Bu müjdeye Hazreti Osman çok sevindi. Hicretin üçüncü yılı Rebiülevvel ayında düğünleri yapıldı. Osman (radıyallahü anh) böylece ikinci defa Resûl-i Ekrem efendimize damat olma şerefini elde etti. Bundan böyle “Zinnûreyn=İki nur sahibi” unvanıyla çağrıldı.

ABLALARININ YANINA DEFNEDİLDİ
Ümmü Gülsüm (radıyallahü anhâ) altı sene Hazreti Osman ile birlikte huzur ve neşe dolu, mesûd bir hayat yaşadı. Hicretin dokuzuncu yılında hastalandı. 27 yaşına yeni girmişti. Çocuğu da olmamıştı. Babası ve kocası Tebük Seferine çıkmışlardı. Fahr-i Kâinat Efendimizin genç bir yavrusu daha hayata gözlerini yummak üzereydi. Ümmü Gülsüm (radıyallahü anhâ) son nefesini alıp verirken İslâm ordusunun Medine’ye girdiği haberi geldi. “Babam ve zevcim salimen geldiler mi?” diye sordu. Babası ve kocasının sağ sâlim döndüklerini duyunca biraz kendine gelir gibi oldu. Fakat çok geçmeden ruhunu teslim ederek ebedî yurduna uçtu.

İki cihan güneşi efendimiz kızının yanına girdiğinde Ümmü Gülsüm’ün bedeni daha yeni soğuyordu. Cenâze namazını Fahr-i Kâinat efendimiz kıldırdı. Duâ ve gözyaşları arasında Baki Kabristanına ablaları Rukayye ve Zeyneb’in yanına defnedildi...